Mevlana Cami kuddise sirruh buyurmuşlardır ki: Zatî muhabbet, bir kimsenin bir kimseyi sevmesi demektir. Lâkin sebebini bilmeden sevmek… Bu türlü muhabbet halk içinde çokdur. Allah’a böyle bir muhabbetle bağlanmağa zatî sevgi denir. Muhabbetin bu türlüsü en âlâ olanıdır. Zatî muhabbet, lâtif (ikram) gördükçe sevmek, kahra uğrayınca da sevgiyi zayıflatmak değildir.
Mevlana Cami kuddise sirruh gene buyurdular:
– Pirimiz Mevlana Sadeddin Kaşgarî halkalarından bir genç var idi ki riyazet, hal ve aşk ifadesinde en ileri derecede idi. O da benim gibi bir güzele tutulmuşdu. Böylece bâtınında birikdirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmiş-di. Altından ve necefden hediyemsi bir şey alıb, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve onu geçenlerden birinin almaması için de bir kenara gizlenmişdi. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüb alacakdı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekdi. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki: ” Ne garib bir iş işlemekdesin! Türlü zahmetlerle elde etdi-ğin şeyi onun yolu üstüne bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bari bir şey yap ki senden geldiğini bilsin!…” Göz yaşları ile sarsılarak cevab verdi:
“Sen ne diyorsun? Yapdığım işin tuhaflığını bilmiyor muyum ben! Bu işi yaparken karşılık beklemiyorum. Ve o hediyeden bana karşı minnet yükü altına girmesini istemi-yoruml! ”
Bu cevabdan titredim ve böyle bir muhabbetin ancak zatî muhabbetden bir işaret olduğunu anladım.
Muhabbet ehli kullar iki kısımdır:
Bir kısmı Allahü zül-celâl vel-kemal hazretlerinin yalnız, nimetlerini ve ikramlarını gördükleri için muhabbet ederler.
Diğer bir kısmı ise Cenâbı Hak ve tekaddes hazretlerinin azameti ilâhiyesini tefekkür ederler, derin muhabbet beslerler, yapdıkları kulluk vazifelerinden dolayı karşılık ve mükâfat beklemezler. Onların bütün arzu ve emelleri, ister sıhhat, ister hastalık, ister darlık, ister bolluk hallerinde Rabblarının rızasını kazanmakdır. Cennet ve cehennem mevzuları zihinlerini işgal etmez. Bunlar yüksek dereceli Allah dostlarıdır. Gönülleri her türlü masivadan sıyrılmış, daimi zikir ve tefekkür halindedirler.
Ebül-Abbas (İbnül Arif) ’in müridlerinden biri kırda gezerken, her nebatdan şöyle bir ses geldiğini işitdi:
– Beni al; ben filan illete iyi gelirim! Beni al; ben filanzararı defederim!…
Mürid bunu şeyhine haber verince şu cevabı aldı:
– Biz seni bunun için terbiye etmedik. Allah, seni bumarifetle imtihan etdi. Gaye sadece O’dur, başka bir şey değil. Biz de sana Allah yolunda delâlet etdik. Başka bir yoldadeğil. O yere tekrar git ve dikkat et ki, bu defa da o nebatlarsana söz söylemesin!…
Mürid aynı yere tekrar gitdi ve hiç bir nebatdan hiç bir şey işitmedi.
Bu yolda keramete iltifat etmeden ve o kademelerde oyalanmadan aslî gayeye doğru ilerlemek esasdır.
Nitekim mürid, bu inceliği pek derinden kavradığı için, nebatlardan hiç ses işitmeyince, şükür secdesine vardı ve vaziyeti şeyhine arz etdi.
Şeyh dedi ki:
– Hamdet Allah’a ki, seni kendisi için seçdi ve her hangi bir marifete bağlayıb orada bırakmadı.
Ali Seyyid kuddise sirruh buyurdu ki:
– Ne olacak halin? Sağa dönsen. seni nurlar sararlar, ve bunlar sana hicab olurlar. Sola dönsen, ateşin kırıntılarıseni sarar.
Sağa sola iltifat etmeden; olduğun gibi durur; kendine yani özüne dönersen… işte o zaman, hiç bir şey sana hicab olmadan sevgilini kolayca bulursun.
Gene buyurdu ki:
– Bir kimse ki: Mevlasmın gayrı ile ilgilenir… o ilgilendiği şey, kendisine zararlı olur…
İşbu zarar iki şekilde olabilir:
- A) O şeyi sever, dolayısıyla o sevdiğine dalar;Mevlâsmdan olur. Bu hale sebeb ise; o sevdiği şeydeki fitnedir.
- B) O şeyi sevmemekle ilgilenir. Dolayısıyla bu sevimsiz hal ona hüzün verir. Bu mahzûniyet de o kimseyiMevlâsmdan eder.
Hülasa: Bir mü’min için Rabbısma kavuşmakdan gayri bir rahatlık yokdur.
Şunu unutmamalı ki; kendisinde, her hangi bir şeye karşı alaka olan kimse, Rabbin zâtına kavuşamaz.
Şu da hatırda kalmalıdır ki; hayrın tümü, Rabbin zâtından gayrı her şeyden ümidi kesib ayrılmakdır.
İbrahim Düssûkî kuddise sirruh hazretleri, velilerin halini şöylece tarif etmektedir.
– Velinin hali odur ki, kendisinde hased olmaya. Gıybet nedir bilmeye.
Kimseye sataşmaz ola ve aldatmaz ola. Büyüklenmek de onun yanına yaklaşmamış ola.
Yalancılık, onun bunun önünde eğilmek gibi şeyler de onda yok ola.
Böbürlenmez de… nefsânî olması muhtemel bazı hallere kapılıp nefsine bir haz çıkarmaz.
Her hangi bir meclise gideceği zaman, baş köşeye geçip oturmak aklına gelmez.
Kendisini hiç bir vakit din kardeşinden üstün görmez.
Hiç bir kimseyle yersiz mücadeleye girmez, ne bir kimseyi utandırmak kastı ile imtihan eder, ne de onda eksik bir taraf arar.
Bilhassa, bu yola kendini vermiş kimseler hakkında kötü zan beslemez. Hatta bir kibir nişanı olarak, cübbesinin yakası kalkık gelen dervişler için bile kalbinde yanlış bir düşüncesi olmaz.
Bu yolda hırka giymiş zatları da ayıplamaz… ancak bilerek Kur’an ve hadisin açık hükümlerine aykırı davranan olursa müstesna.
Böyle birine rastlarsa, Allah ve Rasûlünün emri haricine çıkdığı için kötüler, ayıplar.
Ve derdi ler:
– “Cümle varını bu yolda harcamış veli için şart odur ki yaratılmışların hiç biri umurunda olmaya. Bilhassa saygı işinde. Hepsini ayni hizada göre. Şan, şöhret, mansıb, önlerinden kalkmak, oturmak, her hangi birini kabul etmek., ya da reddetmek.
Gerçek veli zatın hali budur. Çünkü o yalnız Allahü teâlâ’yı ve emrini bilir.
Veli kullar arasında bid’ata saplanan tek kişi görmek, mümkün değildir.
Evliya zümresinin haline ve yoluna dair bilgi azlığı, onların bereketinden mahrum kalmaya bir sebebdir.
Hakk’ın kapısı açıkdır. Hatta, hiç kapanmadı… ancak veli kullar Hakk’ın kapısında beklerler… Sorulan sualde verilen cevabda aracılık yaparlar. Bütün bunlar, bir mahfiyet içinde cereyan eder.
Sâliklerin anlayışsızlıklarına üzülürlerdi. Muhterem Üstaz hazretleri Feridüddin Attar hazretlerinin:
“Ben bir kuş idim ki âlem-i razdan uçdum, ta ki aşağıdan yukarıya bir av al ı b götüreyim, vakta ki mahrem-i raz kimseyi bulamadım geldiğim kapıdan çıkdım gittim.” beytini sık sık tekrar ederler ve zamanındaki kabiliyetsiz sâlikle-rin çokluğuna işaret ederlerdi. Nasıl üzülmesinler ki sözlerindeki o ince manâlı kelimeleri nükteleri çözebilen ve nefsinde tatbik edebilen irfanlı zümre pek azdır, hatta azın da azıdır.
Yetim iki kısımdır: Birincisi herkesin anladığı şekilde annesiz ve babasız yavrulardır. Bunlar daima horlanırlar, ancak anlayışlı kemal ehli bunlara karşı şefkat. ve muavenet kanatlarını açarlar. Daima himaye ederler.
İkinci sınıfa gelince, bu zümre Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin seçtiği, ittika sahibi, marifetullah ilmine agâh, kibar-ı ehluilah sınıfıdır Bunların zahiren aileleri, çoluk çocukları, akraba ve ahbabları, hatta terbiyesi ile meşgul oldukları mânevi evlâdları olur. Fakat bunların dillerinden, hal ve hareketlerinden, nezâket ve edeblerinden en yakınları bile anlamazlar (pek azı müstesna). Bunlar zahiren halk içindedirler, fakat hakikatta yalnızdırlar. Yalnız Hakk celle ve âlâ sevgisiyle müteselli olub, gene O’nun zâtıyla üns halindedirler.
Buna rağmen muhterem Üstaz hazretleri; Abdülvası Mirzataş, Kemal Yetkin, Mehmed Rastgeldi, Mehmed Lekeşiz, Abdurrauf Kamer, Mustafa Doğanay, Şaban Kava-foğlu, Mehmet Baysal, Hasan Ertürk, Ahmet Dayhan, Hafız Bekir, Adapazarlı Pehlivan Efendiler gibi adedi daha oldukça yekûnlu bir çok velilerin yetişmesine vesile olmuşlardır.
Muhammed Bahaeddin Nakşibend kuddise sirruh; evvelce Hakk yolunda ihlâs ve tevazu ile yapmış olduğu mücâhede ve hizmetlerinden bahsederek zamanındaki dervişlerin istidatsız ve anlayışsızlıklarından bahisle, son defa imtihan kasdı ile dergâhdan kovulduğunda, her ne kadar nefsi serkeşlik etmek istedi ise de; nefsine uymayıb, tam bir teslimiyetle “Bu dergâh Hakk kapısıdır” diyerek, kar yağar olduğu halde başını şeyhinin kapısı eşiğine koyduğuna işaretle;
“Her sabah hanemden mescide çıkarken ben de ümid ederim ki bir müridimi âsitânemde ol halde görem. Lâkin şimdi müridkalmadı… hep şeyh oldu.” buyurmuşlardır.
Alaeddin Attar, Muhammed Parsa gibi pek çok değerli zevatı yetişdirmişler ve onların bu âli, ulvî yolumuza hizmet etmelerine sebeb olmuşlardır.
İbrahim Düssûkî kuddise sirruh hazretleri de aynı üzüntü içinde idi.
“Evlâdım arasında Hakk erlerini tam olarak izleyen bir kişi bulamadım. Hatta sırları taşımağa yarar birisini de’ buyurmuşlardır.
Mevlana Celâleddin Rûmî hazretleri de:
“Şu dünyadan sözü doğru anlayan bir insanın hasretiyle gidiyorum, “buyurmuşlardır.
Eşref-i Rûmî hazretleri de zamanındaki halkdan şu şekilde şikâyet etmektedir:
“Dil dudak deprenmeden
Sözü işiten gelsin” buyurmuşlardır.
Yunus Emre hazretleri de
“Bilmeyen, ne bilsin bizi,
Bilenlere selâm olsun.” buyurmuşlardır.
Mürşidlerden birisi, diğerine şöyle yazıyor:
– Kardeşim, elinizde kâfi miktarda müridiniz varsa birkaçını bana gönderiniz de, onların terbiyeleri ile ben alâkadar olayım.
Mektubu alan zât da şöyle cevabda bulunuyor:
– Mektubunuzu aldım, okudum. Ne yazık ki istediğinizsıfatlardaki müridlere henüz mâlik değilim. Çünkü hepsişeyhlik iddiasındalar.
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu