Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -rahmetullâhi aleyh- [1892 – 1984]
Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyaya gelmiştir. Şecereleri Ramazan Oğulları’ndan Nûreddin Şehîd yoluyla Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh- Hazretleri’ne dayanır. Babası Müctebâ Efendi’dir.
Şöyle bir menkıbe nakledilir:
Bir gün Hızır -aleyhisselâm-, evlerinin kapısına gelerek, hizmetçi kadın vâsıtasıyla muhtereme vâlideyi (Sâmi Efendi’nin annesini) kapıya çağırır. Her ne kadar vâlide hanım;
“–Kızım, ne isterse ver!” tembihinde bulunsa da ziyaretçi;
“–Hayır muhakkak kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar edince, mecbûren kapının arkasına gizlenerek:
“–Buyurun!” der. Hızır -aleyhisselâm-:
“–Kızım, hâmile olduğunu biliyor musun? Senin vâsıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben bulunacak, uzun müddet İslâm’a hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve helâle dikkatli ol ve ismini de «Mahmud Sâmi» koy!” müjdesini verir ve teberrüken bir gömlek ister. Gömlek getirilinceye kadar ortadan kaybolur.
***
Mahmud Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ilk ve orta mektep tahsilini memleketi Adana’da tamamladı. Yüksek tahsil için İstanbul’a geldi. Dâru’l-Fünûn (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Çok başarılı bir talebe idi. Yüzündeki melâhat ve güzellik, davranışlarındaki nezâket ve edep, derslerindeki üstün başarısı ile hocalarının takdirlerine mazhar olmuştu…
Tahsili devam ederken Sarıyer’de ikâmet ettiği ev, bir sel baskınına uğramış ve daha talebe olan Sâmi Efendi’nin kitaplarından bir kısmı selde zâyî olup gitmişti. Gençliğinden itibâren her şeye ibret ve hikmet nazarıyla bakan Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- bu hâdiseyi de farklı okumuş, bunu ilâhî bir îkaz olarak kabûl edip; “Gâlibâ bu meslekten nasîbimiz olmayacak!..” diye yorumlamıştı. Gerçekten de üniversiteyi “pekiyi” derece ile bitiren Sâmi Efendi Hazretleri, kul hakkı endişesiyle, geçimini hukuk alanından değil, bir ticarethânenin muhâsebesini tutarak temin etmiştir.
Yüksek tahsilini tamamlayıp, memleketi Adana’ya dönmek arzusunda olan Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Bayezid meydanında bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât Sâmi Efendi’ye, nereli olduğunu, İstanbul’da ne ile meşgul olduğunu sorar. Hazret, yüksek tahsilini tamamladığını ifâde ederek durumunu arz eder. Bu Allah dostu ona:
“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” der ve onu Koca Mustafa Paşa semtinde bulunan Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda sohbet ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:
“–Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de aslâ İNCİNMEMEK… Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanarak -ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek…”
Dergâhın mürşidi olan, zamanın Meclis-i Meşâyıh Reisi Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh-, genç Sâmi Efendi ile yakînen ilgilenir:
“–Evlâdım! Hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak icâb eder. En mühim uzvumuz kalp’tir… Bu sebeple, zâhirî nâfile ibadetlerden önce kalbimizi ihyâya başlayacağız. Kalp zikrine ehemmiyet vereceğiz!” der ve Sâmi Efendi için yeni bir hayat başlar.
Artık Sâmi Efendi, dergâhın genç bir hizmet eridir. Bahçe tanzimi, ayakkabıların tertibi, gelen ziyaretçilerin sıraya konulması, onlara yapılan ikramlar, Pîr Hazretleri’ne gelen mektuplara cevaplar, hep bu genç mürîdin uhdesindedir. Dergâhta bulunan kadîm müridler bile ona hayran olurlar. Zira o çok az uyur, akşamları yatakları serer, herkesle beraber yatağına girer, insanlar uyuduktan sonra sessizce kalkar, yeniden abdest alır, seccâdesi üzerinde uzun müddet tesbih, tehlil, zikrullah ve tefekkürle meşgul olurdu. İmsaktan evvel, bahçeden odun getirip kazanı yakar; gusül ihtiyacı olanlar için sıcak suyun hazır olduğunu haber verirdi.[1]
Dergâhtaki bu umûmî hizmetlerin yanında, daha husûsî hizmetler gerektiğinde de, yine genç Sâmi Efendi ilk koşanlardan olurdu. Yaşlı müridler, hasta ihvan, hep Sâmi Efendi’nin candan hizmetleriyle perverde oluyorlardı. Es‘ad Efendi’nin müridleri arasında, mânevî derecesi çok ilerilerde olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi de bulunmakta idi. Hayli yaşlanmış olan müftü efendi hastalanmış, bakımı da çok güç hâle gelmişti. Dergâhta bu yaşlı zâtın memleketine, evlâtlarının yanına gönderilmesi istenince Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-:
“–Müsâade edilirse bu mübârek zâtın bakım ve hizmetini yapmak isterim!” dedi ve bu hizmeti de büyük bir edep ve hassâsiyetle îfâ etti.
Bu hâlis niyet ve nâzik hizmetin karşılığı olarak da müftü efendinin şu duâsına mazhar oldu:
“Allâh’ım! Bu yaşıma kadar bu kuluna ikram ettiğin mânevî lûtuf ve ikramların hepsini aynen bu genç evlâdımıza da ikram eyle…”[2]
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- dergâhta îfâ ettiği samimî hizmetler ve tasavvuf yolunda gösterdiği ciddî gayretler neticesinde nâil olduğu mânevî kemâlât ile de mürşidinin gözde bir talebesi oldu. Öyle ki memleketi Adana’ya gittiğinde, mürşid-i kâmili Es‘ad Efendi Hazretleri, onun gecikmeden İstanbul’a dönmesini arzu etti. Bu arzusunu da buram buram muhabbet ve hasret kokan şu mektupla kendisine bildirdi:
“Muhterem evlâdım!
Arzu ve iştiyâkım sabır ve tahammül çemberini çok fazla zorlamakta olduğundan, kışın şiddetine mukâvemet edemeyen bu ihtiyar pederinizi o güzel sîmânız ile bahtiyar ederseniz çok memnun olurum…
Şâh-ı Nakşibend Efendimiz Hazretleri’nin; «Bizim tarîkımız sohbet iledir.» şeklindeki hikmetli sözünü şüphesiz duymuşsunuzdur. Ömrünüzün baharının ter ü tâzeliği ihtiyarlık hazânı ile târumâr olmadan, yüce tarîkatin füyûzât çiçekleriyle rûhunuzu ve kalbinizi kokulayıp güzelleştirmek, bendenizin biricik arzu ve emelidir. Allah sizi muvaffak eylesin…”[3]
Üstâdının bu nâzik dâveti üzerine İstanbul’a dönen Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, sonraki zamanlarda da günlerini kâh Adana’da pederi Müctebâ Efendi’nin yanında, kâh Kelâmî Dergâhı’nda kendisini ikmâl etmekle geçirdi.
İcâzetnâme
Sâmi Efendi Hazretleri’nin dergâhta kısa zamanda ulaştığı muvaffakıyeti yakînen takip eden Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh-, ona bir icâzetnâme takdim ederek hilâfet verdi. Es‘ad Efendi Hazretleri, bu icâzetnâmeyle, aynı zamanda Sâmi Efendi Hazretleri’ni târif etmektedir. İşte mürşidinin gözüyle Sâmi Efendi Hazretleri:
“Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm. el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Emmâ ba‘d:
İhvân-ı dîn ve erbâb-ı sıdk u yakîne arz ve ifâde olunur ki:
Hâmil-i varak-pâre-i dervişânemiz Sâmi Efendi veled-i mânevîmiz, eyyâm-ı şebâbını şerîat-i mutahharanın dâire-i necât-bâhiresinde geçirmiş ve Tarîkat-i Aliyye-i Nakşbendiyye’ye hizmet ve o yolda sarf-ı mesâî ve ibrâz-ı ciddiyette bulunmuş olmakla beraber, usûl ve kavâid-i mer’iyyeye tevfîkan ve hazarât-ı hâcegânın muâmelâtına tatbîkan, evvelâ letâif-i hamse-i âlem-i emri tasfiye ve sâniyen letâif-i hamse-i âlem-i halkı tezkiyeye gayretle hamden lillâhi Teâlâ âsâr-ı muvaffakıyet nâsiye-i hâlinde zâhir ve inâyet-i Samedâniyye letâif-i aşeresinde bâhir olarak usûlüne vusûl için mahsûl-i mârifeti olan arzusunu sâdık, şecere-i tevhîdin semeresini iktitâf için mürğ-ı himmetini âlî ve fâik görmüş olduğum gibi bir zaman dahî nefy ü isbât ve murâkabât gibi zât u sıfâtını tezyîn etmekte bulunduğunu gördüm.
Binâenaleyh zülâl-i saâdetten tâlib-i reşahât ve vâdî-i selâmetten râğıb-ı nefehât olan, yani Tarîkat-i Aliyye-i Nakşbendiyye’ye temessük ve intisâb arzusunda bulunan ihvân-ı dîne de tâlîm-i âyîn-i tarîkat için kendilerini me’zûn eyledim.
Kāle Tebâreke ve Teâlâ: “اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَا” Cenâb-ı Hak ve Hâdi-i Mutlak -celle celâlüh- Hazretleri’nden istirhâm ederim ki: Şerîat-ı mutahhara ve tarîkat-i münevverenin icrâ-yı ahkâmındaki şevk ve şetâretini bir kat daha tezyîd ve ol vechile birtakım ricâl-i muvahhidîni kāl ve hâlinden müstefid buyursun! Âmîn!
“رِجَالٌ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ” âyet-i celîlesinin ahkâmına vâkıf olan ihvân-ı kirâma arz edebilirim ki, tasfiye-i bâtın ve tezkiye-i nefse tâlib olanlar ve daha doğrusu silsile-i celîle-i Nakşbendiyye’den ahz-i füyûzâta râğıb bulunanlar, mûmâ ileyhin musâhabesine devam ve beyân eyleyeceği âdâbın riâyetine ihtimam sâyesinde nâil-i merâm olacakları şüphesizdir.
وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ
وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
وَاٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَعِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Bu icâzetnâmenin sâdeleştirilmiş hâli şöyledir:
“Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, bütün âline ve ashâbına olsun!
Bundan sonra: Din kardeşlerime, sadâkat ve kuvvetli îman sahibi kişilere arz ve ifâde olunur ki: Bu dervişâne icâzetnâmemizi taşıyan Sâmi Efendi evlâdımız, gençlik günlerini nezih dînimizin kurtarıcı dâiresi içerisinde geçirmiş, yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet etmiş, bu hususta bütün gayretini sarf etmiş ve bu yoldaki ciddiyetini açıkca ortaya koymuştur. Bunun yanında usûlüne uygun olarak ve Hacegân Hazarâtı’nın usullerini tatbik ederek letâifini tasfiye ve tezkiyeye gayret etmiştir.
Allâh’a hamd olsun, muvaffakıyeti sîmâsında ve hâlinde zâhir olmuştur. İlâhî inâyet, letâifinde açıkça tezâhür etmiştir. Onun vuslat arzusunun sağlam ve sâdık, tevhid ağacının meyvelerini elde edebilmek için gerekli olan himmetinin de fevkalâde yüksek olduğunu gördüm. Bütün bunların yanında bir müddet de nefy ü isbât ve murâkabelere devam ederek zâtını ve sıfatlarını da tezyîn ettiğini gördüm.
Bu sebeple saâdet pınarının tatlı suyundan içmek ve selâmet vâdisinden serinletici nefesler almak isteyen, yani yüce Nakşibendiyye yoluna bağlanma ve intisâb etme arzusunda bulunan din kardeşlerimize bu yolun âdâb ve erkânını tâlim etmesi için kendilerine izin verdim.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
«Muhakkak ki Allah Teâlâ, emânetleri ehline vermenizi emreder!..» (en-Nisâ, 58)
Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederim ki; tertemiz şerîatin ve nurlu tarîkatin hükümlerini yerine getirmekteki şevk, şetâret ve neşesini bir kat daha artırsın! Ve birtakım tevhid ehli kimseleri söz ve hâlinden istifâde ettirsin! Âmîn!
“Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ın zikrinden alıkoyabilir…” (en-Nûr, 37) âyet-i kerîmesinin hükümlerine vâkıf olan kıymetli kardeşlerime şunu arz edebilirim ki; kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi yapmak isteyenler, daha doğrusu Nakşibendiyye silsilesinden feyz almayı arzu edenler, Sâmi Efendi’nin musâhabesine (sohbetlerine ve onunla beraber olmaya) devam eder, beyân ettiği âdâba titizlikle riâyet ederlerse, muradlarına nâil olacakları şüphesizdir. «Bu, Allâh’a göre zor bir şey değildir.» (İbrâhîm, 20)
Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve tâate kuvvet bulmak, ancak yüce ve azîm olan Allâh’ın yardımıyladır.
Allah Teâlâ, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, O’nun âline ve ashâbına salât ü selâm eylesin! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.”[4]
Bu icâzetnâmedeki duâların da bereketiyledir ki Sâmi Efendi Hazretleri’nin ibadet ve hizmet hayatında son demlerine kadar büyük bir şevk ve neşe müşâhede edilmiş, hâl ve kāliyle de tevhid ehlinin yetişmesine vesîle olmuştur…
Sâmi Efendi Hazretleri’nin 39 yaşında olduğu 1931 senesinde, mürşidi Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh- şehîd edilmiştir. Artık onun omuzlarında büyük bir irşad emâneti bulunmakta, ancak gerek dergâhların kapatılmış olması, gerekse yeni ictimâî vasat, bu emânetin îcaplarını tam mânâsıyla îfâya müsâit değildir…
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, geçmişte Hâris Muhâsibî, Alâüddîn Attâr ve diğer bâzı Hak dostlarının yaptığı gibi, âileden kalan büyük mîrasa el sürmemiş, hukuk sisteminin değişmesi sebebiyle de o alanda çalışmaya yönelmemiş, maîşetini Adana’da bir kereste ticarethânesinin muhâsebesini tutarak temin etmeye başlamıştır. Bir taraftan da hâl diliyle etrâfını irşâda devam etmiştir.
Onun işine gidiş ve gelişindeki dakiklik ve disiplin; şahsî hayatındaki sehâvet/cömertlik ve nezâket; ibadet hayatındaki huşû, huzur ve edep; toplum içindeki hâl ve tavırları, kendisini tanıyan herkes tarafından gıpta ve hayranlıkla seyredilmiştir…
Uzun bir aradan sonra 1947 senesinde hacca gitmeye müsâade edilince, Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ilk kâfileyle yola çıkarak hac farîzasını îfâ etti. Bu sebeple de Hacı Sâmi Efendi diye tanınmaya başladı. İlk hac yolculuklarının Sûriye üzerinden yapılması sebebiyle de Hicaz yolu üzerindeki bilhassa Halep ve Şam ulemâsı tarafından kendisine büyük hürmet ve alâka gösterildi. Bu iki beldenin sâlihleri ve âlimleri, Sâmi Efendi Hazretleri’nin sohbetlerinden feyizlenmek için hasretle yolunu gözlerlerdi…
İrşad Hayatı
Sâmi Efendi Hazretleri’ni dergâh günlerinden tanıyan ve irşadla salâhiyetli olduğunu bilen sevenleri, kendisiyle buluşabilme imkânları genişleyince ziyaretlerde bulunarak feyz almaya başladılar. Civardan ziyaretçileri günbegün artarken, Sâmi Efendi Hazretleri de fırsat ve imkânlar açıldıkça önce İç Anadolu’daki yakın şehirlere giderek irşad sohbetlerine başladı. Sonra da sevenlerinin talebi üzerine İstanbul’a taşındı. Takrîben 30 sene kadar İstanbul’da ikâmet etti.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, ticârî hayatın merkezi olan İstanbul’un Tahtakale semtinde bulunan bir işyerinde, bir taraftan muhâsebe ile meşgul oluyor, diğer taraftan da irşad hizmetine devam ediyordu. Kendisini tanıyanlar Anadolu’dan kâh işleri için, kâh mânevî istifâde için gelip onu bu işyerinde ziyaret ediyor ve büyük değişiklik ve feyizlerle memleketlerine dönüyorlardı. Sâmi Efendi Hazretleri de bu ziyaretleri karşılıksız bırakmıyor, müsâit olan ve taleb edilen şehirlere mukâbil ziyaretlerde bulunarak oralara ilim-irfan, takvâ ve hizmet tohumları ekiyordu. Zamanla İstanbul’da ve Anadolu’da, bilhassa ticaret ve sanayi erbâbından, esnaftan, ilim ehlinden, kendisine intisâb eden seçkin bir halka oluştu.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- husûsî ve umûmî sohbetleriyle irşad hizmetlerine devam ediyordu. Günlük hayatı ise ya işiyle ya eser te’lifiyle ya ibadetle ya da sohbet ve hizmetle geçiyor, hiçbir nefesini boşa harcamıyordu.
Güzel Ahlâkı
Sâmi Efendi Hazretleri’nin sîmâsındaki halâvet ve melâhatin güzelliği târif edilemezdi. O kadar halîm-selîm, yumuşak huylu ve melek sıfatlı bir Hak dostu idi ki kendisini yakînen tanıyanlar; “Melek Sâmi Efendi” derlerdi. Yeri geldiğinde ise gâyet cesur ve metânetli idi. Mübârek yüzü dâimâ mütebessim olmasına rağmen, gönlü mahzun ve düşünceli idi. Vakar, temkin ve îtidâl ehli idi.
Temiz, sâde ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını kulaklarının memelerine kadar uzattığı olurdu. Gâyet sakin ve ağır ağır yürür, fakat çok yol katederdi. Yanındaki yol arkadaşları kendisine yetişmek için âdeta hızlı yürümek zorunda kalırlardı.
Pek az yer, az uyur, konuşmanın zarurî olduğu hâller dışında sükûtu tercih ederdi. Zaruret hâlinde de pek kısa ve öz ifâdelerle, muhâtabının seviyesine göre konuşurdu. Fem-i saâdetinden ne bir kelime noksan ne de bir kelime fazla çıkardı. Her ifâdesi yerli yerinde idi. Tâne tâne ve kelimeleri dikkatle seçerek konuşur, mühim olan îkaz ve nasihatlerini üçer defa tekrar ederdi.
Kul hakkına çok riâyet ederdi. Tren bileti alacağı zaman, insanlar sırada beklemesin diye önceden bozuk para hazırlar, gişede para bozdurmak için zaman kaybetmezdi.
Dünyadan son derece müstağnî idi. Devamlı îsar, yani fedâkârlık hâlinde idi. Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürür, dolmuşa vereceği parayı, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği sıhhat nîmetine bir şükür ifâdesi olarak tasadduk ederdi. Sadaka vereceği parayı da güzelce bir zarfa koyar, büyük bir nezâketle ve teşekkür edâsıyla takdim ederdi.
Muhterem Üstad Hazretleri’nin hiç kimseyle çekiştiğini, münâkaşa ettiğini, münâzaraya girdiğini veya birinin gıybetini yaptığını gören işiten yoktu. O büyük Allah dostu, kader bahsine tam bir vuk¯ufiyet hâlinde olduğundan, hiç kimse hakkında sû-i zanda bulunmazdı. İlâhî ahlâk ile ahlâklandığı için, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarından, bilhassa “Settâru’l-Uyûb / ayıp örtücülük” ve “Afüv” (affedicilik) sıfatlarının kâmil tecellîleri kendisinde açıkça görülürdü.
Sevenlerini kat’iyyen ümitsizliğe düşürmezdi. Huzûr-i âlîlerine gelenler içinde ne kadar ihmalkâr ve hatâlı kimseler olsa da bunu yüzlerine vurmazdı. Fakat onlar da Efendi Hazretleri’nin nâzik bir üslûpla yaptığı gönül alıcı îkazlardan gereken dersi alır, hâllerini ıslah hususunda büyük bir gayret ve kararlılıkla huzûrundan ayrılırlardı.
Bir an olsun, bir mü’minin, hattâ bir mahlûkun kalbini kırdığı, gâfilâne harekette bulunduğu vâkî değildi. Her hâl ve hareketi ölçülü, nizamlı, yerli yerinde idi. Bu hâliyle o âdeta;
اَدَّبَنىِ رَبِّى فَأَحْسَنَ تَأْدِيبِى
“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) hadîs-i şerîfinin sırrından nasîb almaktaydı.
Sâmi Efendi Hazretleri hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz, hiçbir iyiliğinden dolayı karşılık ve minnet beklemezdi. Kendisini seven ile yeren, güzel muâmele edilmek bakımından, nazarında eşit idi. Kendisini yeren kimse hatâsını anlayıp da samimiyetle özür dilerse hemen affederdi.
Efendi Hazretleri, herhangi bir suâl karşısında veya açıklanması îcâb eden bir mevzuda; “Bunu yapınız veya şunu yapmayınız!” gibi emir verir şekilde kat’iyyen konuşmazdı. Bunun yerine ekseriyetle, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf veya Mecelle kâidelerinden bir maddeyi okumakla iktifâ ederdi. Daha çok şu maddeleri zikrederdi:
1) “Def’-i mefsedet, celb-i menfaatten mukaddemdir.” Yani bir işte, fayda ve menfaatin yanında zarar ve fesat da varsa, zarar ve fesâda düşmemek için o fayda ve menfaatten vazgeçilmelidir… Çünkü İslâm’da yasaklara îtinâ, emirlere îtinâdan daha ziyâdedir.
Böylece; “her mü’mine farz olan «haramdan sakınma» vazifesinin, nâfile ibadetlerden daha mühim” olduğuna işaret buyururlardı. Bu hakîkati her suâl sahibi, kendi hâline göre anlardı.
Şöyle bir misâl verirlerdi: Önce yaradaki cerahat temizlenir (def’-i mefsedet), sonra merhem sürülür (celb-i menfaat).
2) “Meşakkat teysîri celbeder.” Gerek maddî, gerekse mânevî zorluklarda, meşrû ölçüde kolaylıklar da mevcuttur. Bu sebeple şer’î bir emir, ne kadar güç şartlarda da olsa tamamen terk edilmez, şer’î kolaylıklardan istifâde edilerek mutlakâ yerine getirilir.
3) “Bir iş dıyk oldukta müttesi‘ olur.” Yani bir işte meşakkat ve zorluk hâli ortaya çıktığında şer’î çâreler, ruhsat ve genişlikler gösterilir.
4) “Mânî zâil oldukta memnû avdet eder.” Yapılması gereken hayırlı bir amel, bir mânî sebebiyle yapılamıyorsa, o mânî ortadan kalktığında, yine yapılmaya devam edilmelidir.
5) “Mânî ve muktazî teâruz ettikte mânî takdîm olunur.” Bir işi hem yapmak gerekiyor, hem de bir mânî varsa, önce o mânîyi ortadan kaldırmaya çalışmak gerekir.
6) “Kim ki bir şeyi vaktinden evvel isti‘câl eylerse mahrûmiyetle muâteb olur.” Yani bir kişi acele ederek bir şeyi vaktinden önce elde etmek isterse ondan mahrum edilmekle cezâlandırılır.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-; âyet-i kerîmelere, bilhassa Fâtiha-i Şerîfe ile Âyetü’l-Kürsî’ye, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve diğer peygamberlerin duâlarına devam eder, kendisi bunların dışında Arapça veya Türkçe duâ tertib etmezdi.
Fesâhat ve belâğat için husûsî bir gayret sarf etmemesine rağmen, sözlerinde fevkalâde bir derinlik ve incelik sezilirdi. Öyle ki, kendisini dinleyenler hayran olur, âdeta mânevî bir mıknatısa tutulmuş gibi, huzûrundan ayrılmak istemezlerdi.
Helâl ve Harama Çok Dikkat Ederdi
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, kendisinden nasihat ve ders almak için ziyaretine gelenlere ilk olarak, mesleklerini ve helâl-haram husûsuna dikkat edip etmediklerini sorar, daha sonra başka bilgiler alırdı. Bu husustaki tavsiyelerini de büyük bir nezâket ve zarâfetle ifâde ederdi:
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- bir defasında bir nişan merâsimine dâvet edilmişti. Damadın yüzüğünün Hazret tarafından takılması taleb ediliyordu. Sâmi Efendi Hazretleri tepsideki yüzüğün altın olduğunu görünce, hiç kimseye bir şey demeden kendi yüzüğünü çıkarıp damadın parmağına taktı ve:
“–Bunu bugünün hâtırası olarak kabûl edin, altın yüzüğü de hanımınıza hediye edersiniz!” buyurdu.[5]
Böylece İslâm’ın, altından yapılan süs eşyalarını erkeklere yasakladığını gâyet nâzik bir üslûpla ve fiilî olarak tâlim etmiş oldu.
***
Helâl lokma hususunda şöyle buyururdu:
“Kulun duâsına icâbet olunması için ilk şart; helâl lokma ile gönül âlemini ıslâh eylemek, son şart ise ihlâs ve huzûr-i kalptir. Yani Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla yönelmektir. Eğer ağza konulan lokma helâl değilse, o kimsenin ihlâslı ve huzurlu olması, mâsivâyı terk edip Hakk’a yönelmesi çok zordur.”[6]
“Haram lokma kalbi ve kanı bulandırdığı gibi, âzâları da ifsâd eder. Fenâ ameller işletir. Helâl lokma ile beslenen kalp ve cesedden ise sâlih ameller sudûr eder. Tıpkı temiz ve münbit topraktan bereketli mahsul alınıp, çorak ve fenâ topraktan iyi mahsul alınamadığı gibi…”[7]
“Kazancın helâl yollardan olmasına dikkat etmek lâzım geldiği gibi şüpheli lokmalardan da uzak durmalıdır. Karmakarışık ve rastgele her lokmayı yemekten sakınarak alınan gıdânın tıyb olmasına (mânen temiz ve hoş kokulu, yani helâl olmasına) ehemmiyetle riâyet etmek şarttır.”[8]
Cömertliği
Üstad Hazretleri’nin sehâveti/cömertliği de târif edilemezdi. Maddî imkânlarının en dar olduğu bir zamanda, Adana’da muhâsebeciliğini yaptığı müessesenin sahibi, aylık ücretini bir zarf içinde kendisine takdim etmişti. Bu sırada bir fakir gelip Allah rızâsı için sadaka istedi. O yüce gönüllü zât, zarfı olduğu gibi muhtâca verdi.
Gerek hac yolculuğunda, gerekse diğer zamanlarda, bir fakir, kendisinden aynı gün içinde defalarca yardım istese, kat’iyyen geri çevirmez, ihtiyaçlarını güler yüzle ve ziyâdesiyle verirdi.
Bir defasında, maddî yardımda bulunduğu bir fakirin bu paralarla lüks lokantalarda pahalı yemekler yediği şikâyet edilmişti. Buna da cevâben:
“–Demek ki masrafı fazla, leziz yemekler yemeye alışmış, az vermek olmaz, verdiğimizi çoğaltmalıyız!” buyurmuş ve verilen miktârı artırmıştı.
Vermek, vermek, yine vermek… Kendisine hediye edilen en kıymetli halı, seccâde, tesbih, kalem, kumaş ve emsâli en nâdide, paha biçilmez eşyâyı günü gününe ehlini bulup vermek, en büyük zevklerinden biriydi. Güneş gibi, ummanlar gibi, sehâvet ve merhamet merkezi idi. Kendisine mürâcaat eden birinin eli boş dönmesi imkânsızdı. Cebinden eline geçen meblâğ ne kadar büyük olursa olsun, tereddüt etmeden verirdi. Sanki Cenâb-ı Hak gizli hazinelerinin anahtarlarını kendisine teslim etmişti.
Devlethânesinde çok miktarda, çeşit çeşit yemekler pişerdi. Kendisi gâyet az yer, büyük kısmı misafirlere ikram edilir, kalanlar da komşu evlerine gönderilirdi.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, herhangi bir kederin izâlesi için kendisine mürâcaat edenlere, sadaka vermeleri tavsiyesinde bulunur ve duâ ederdi.
Mahlûkâta Karşı Şefkati
Bir hac mevsiminde Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ve mânevî evlâtları Mekke-i Mükerreme’de, Türkistanlı Abdüssettar Efendi’nin Ciyad semtindeki evinde kalıyorlardı. Efendi Hazretleri’nin odası sokağa karşı, refiklerininki ise içe doğru idi. Bir öğle vakti, arkadaşlarının bulunduğu odanın kapısına teşrif ederek:
“–Dışarıda bir kişinin gâlibâ yemeğe ihtiyacı var!” buyurdu.
Hizmetinde bulunan mânevî evlâtlarından biri, hemen verilecek yemekleri hazırlayıp kapıya çıktığında, ortalıkta kimseyi göremedi. Beklemeyip gittiğini tahmin ederek geri döndü. Sekiz on dakika geçmişti ki Hazret yeniden kapıda göründü:
“–Tekrar geldi, içeriye bakıyor.” buyurdu. Yine hizmetinde bulunan evlâtlarından biri, tekrar yemekleri alıp kapının önüne çıktığında, dilini sarkıtmış içeriye bakan hayvancağızı, yani acıkmış olan köpeği gördü. Hemen yemekleri olduğu gibi önüne boşalttı. Hayvancağız çok acıkmıştı ki hepsini yiyiverdi.
İşte o büyük Hak dostunun nezâket ve tevâzuu böyleydi. Köpeği cins ismiyle çağırmamış, “kişi” tâbirini kullanmıştı.[9]
***
Onun, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzını ifâde eden şu misâli de çok ibretlidir:
Merhum pederim Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in anlattığına göre Sâmi Efendi Hazretleri’nin Medîne-i Münevvere’de yerleştiği odada bir yılan olduğunu görmüşlerdi. İhvan endişe içinde onu evden çıkarma derdine düştüler. Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ise hiçbir telâş emâresi göstermeden:
“–Onu kendi hâline bırakın!” buyurdu.
Daha sonra bu hayvanın kendi kendine ortadan kaybolduğunu gördüler.[10]
***
Torunu Mahmud Kirazoğlu Beyefendi’nin nakline göre, bir gün Üstad Hazretleri’nin bahçesine ayağı kırık bir köpek gelmişti. Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- derhâl onu tedâvi ettirdi. Hayvan iki buçuk ay kadar sonra bir gün yine havlamaya başladı. Pencereden baktıklarında, yanında başka bir ayağı sakat köpeğin olduğunu gördüler. Anlaşılan, hayvancağız, ayağı kırılan arkadaşını da bu merhamet kapısına getirmişti.
Bu köpek, Efendi Hazretleri’ne iyice bağlandı, ondan hiç ayrılmaz oldu. Üstad Hazretleri, sabah 7:32 treniyle gider, akşam 16:22 treniyle dönerdi. Bu hayvancağız ölünceye kadar senelerce Sâmi Efendi Hazretleri’ni sabah trene kadar uğurlar, sonra eve dönerdi. Akşam, tren saati geldiğinde ise yine tam vaktinde istasyona gider, üstelik bu sefer yolun karşı tarafına geçer, Üstad Hazretleri’ni karşılar ve birlikte devlethâneye gelirlerdi.
Tevâzuu
Ârifler sultânı Sâmi Efendi Hazretleri, yüksek mânevî mevkiine rağmen, istisnâsız herkesi kendisinden üstün görürdü. Herkesin hakir gördüğü dindar, sâlih, takvâ ehli yoksulların ziyaretlerine gider, kendilerinden duâ talebinde bulunurdu.
Zengin-fakir, genç-ihtiyar, bilgili-bilgisiz, rütbeli-rütbesiz, bütün insanlara karşı son derece şefkatli, mahviyetli ve alçakgönüllü idi. Bilhassa hac yolculuklarında, Mescid-i Nebevî’de büyük bir kısmı ümmî olan Agavât-ı Kirâm Hazarâtı’nın (yani Mescid-i Nebevî’yi temizleyen Sûdanlı hizmetkârların) hattâ kapıcıların ellerini öpmeye gayret ederdi. Bu büyük kapının hizmetkârları oldukları için onlara çok ayrı bir muhabbet beslerdi. Onlar da muhterem Üstad Hazretleri’ndeki bu nezâket ve tevâzuu görünce kendisine karşı muhabbet ve iştiyakları artar, hiç kimseye göstermedikleri kadar büyük bir hürmet ve tâzim gösterirlerdi. Bu hürmet ve muhabbetin neticesi olarak haccın en izdihamlı anlarında bile Ashâb-ı Suffe mahallinin ön safındaki yerlerini, muhterem Üstâd’a ve evlâtlarına tahsis ederlerdi.
Yemek Âdâbı
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- yemek hususunda çok dikkatliydi. Yemeğin evvelinde ve sonunda muhakkak ellerini yıkardı. Sofraya gâyet tâzimli olarak, iki dizi üzerinde otururdu. Aslâ arkasına yaslanmazdı. Önüne ne konursa onu huzurla yer, besmeleyle başlayıp hamdeleyle, yani “el-hamdü lillâh” diyerek bitirirdi.
Yemeğe tuzla başlar, lokmaları gâyet küçük alır, çok çiğner, ağır ağır, tefekkür ve sükûnetle yerdi. Dâimâ önünden alırdı. Yemek çok sıcak ise soğuması için üzerine üflemez, serinlemesi için beklerdi.
Bilhassa yemeğin sessizlik, kalbî uyanıklık, edep ve huzûr içinde yenilmesine çok itinâ ederdi. Tefekkür ve huzûr içinde yenilmeyen gıdânın gaflete vesîle olacağını hatırlatırdı. Yemek seçmez, az olmak şartıyla hepsinden birer ikişer lokma alırdı. Kalbî uyanıklıkla yenen her helâl lokmanın, mânevî tekâmülü takviye edeceğini ifâde buyururdu.
Önüne ne konursa, kuru ekmek dahî olsa, büyük bir tâzim ve şükürle yerdi. Bir defa olsun “az pişmiş, tuzlu veya tuzsuz, tatlı veya tatsız, lezzetli veya lezzetsiz olmuş” gibi sözler sarf ettiği vâkî değildi.
Yerde yemeyi tercih eder, masada hazırlanmış ise onu da kabûllenirdi. Yemek ayrı ayrı tabaklara konuyorsa, sofrada bulunanların yemekleri tam olarak önlerine konulmadan başlamazdı.
Her şeyin vaktinde yapılmasını istediği gibi, yemeğin de saatinde hazır olmasını arzu ederdi.
Yemeği tuzla bitirir ve sonunda yemek duâsını tâne tâne okurdu.
Medhedilmekten Hoşlanmazdı
Sâmi Efendi Hazretleri, övülmekten hazzetmez, aşırı iltifatlardan üzülürdü. Muhâtapları kendisinin güzel hâllerini ne kadar senâ ederse etsin, bunu aslâ kendisine izâfe etmez, hemen “Bi-iznillâh: Allâh’ın izniyle!” buyururdu. Böylece her muvaffakıyetin ancak Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla vuk¯u bulduğunu ifâde ederdi. Nezâketen, muhâtaplarını incitmemeye de çok dikkat ederdi. Nazarında övülmek ve yerilmek farksızdı.
Kendisi övülmeyi istemediği gibi, hiçbir şahsı da yüzüne karşı medhetmezdi. Hâllerine göre iltifatta bulunurdu. Bâzen hürmete şâyan kişilerin mânevî kıymeti bilinsin diye, gıyâben medhettiği olurdu.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- medhetmenin âfetlerine kâmil mânâda vâkıf olduğu için, evlâtlarını yüzlerine karşı da arkalarından da övmezdi. Ahlâk, hâl ve hareketlerini takdir ettiği evlâtlarına güler yüz gösterir ve onlara nâzikâne muâmele ederdi.
Sükûtîliği
Sâmi Efendi Hazretleri’nin, zaruret olmazsa saatlerce konuşmadığı olurdu. Bu sessizlik hâllerinde dâimâ zikir ve murâkabe ile meşgul olurlardı. Yanında bulunanlar bu esnâda derin bir huzûr hâli yaşar, ayrıldıklarında ise aynı hâli devam ettiremezlerdi.
Bilhassa terbiyesiyle meşgul olduğu evlâtlarının yerli yersiz konuşmalarını hiç istemezdi. Hizmetinde bulunanlardan biri şöyle anlatır:
“–İntisâbımın ilk günlerinde Üstad Hazretleri’ne sık sık sualler sormak sûretiyle bâzı noksanlarımı telâfi etmek niyetinde idim. Fakirin bu hâlini beğenmeyen Efendi Hazretleri’nin kaşları çatıldı, sîmâ-i âlîlerinde büyük bir neşesizlik zuhûr etti. Böyle mânâsız suallerin bir sâlik için yersiz olduğunu îmâ ettiler. Hatâmı anladım, bundan sonra böyle sualler sormaktansa edebi muhâfaza etmeye çalıştım. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ile huzurlarında uzun seneler kaldım ise de bu müddet zarfında, en zarurî sözler hâriç, kendilerine bir suâl sormak cür’etini bulamadım…
Takrîben 20-22 sene geçmişti. Bir gün cesarete gelip:
«–Efendim, hayli zamandan beri huzûrunuzda bulunmaktayım. Buna rağmen herhangi bir şey sormaya cesaret edemedim. Hâlbuki birçok kimse sizinle hayli görüşmeler yapıyor ve fazlasıyla istifâde ediyorlar. Acaba fakirin hâli ne olacak?» dedim. Cevâben buyurdular ki:
«–Teslîmiyet ehli için sorgu ve suâle lüzum yoktur. Bu, Gavsü’l-Âzam Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin sözüdür.»”
Hicaz ve Anadolu yolculuklarında günler ve haftalar geçerdi de fem-i saâdetlerinden ancak, söylenmesi îcâb eden en zarurî sekiz on kelime çıkardı. Fakat sohbetlerindeki “kalp” ve “gönül” bahisleri müstesnâ… O zaman îcâb ederse büyük bir şevkle saatlerce konuşur, en ufak bir yorgunluk hissetmezdi. Sözlerinde de, ne bir fazlalık ne de bir noksanlık görülürdü.
Sükût ve edep ehlini çok sever, yanına oturtur, iltifat ederdi. Onların terbiyelerine çok ihtimam gösterir, güzel vasıflarla ziynetlenmelerini arzu eder ve bunun için Allah Teâlâ’ya niyazda bulunurdu.
Kurban Kesme Edebi
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı, hastalıkların ve musîbetlerin def’i için dâimâ kurban kesmeyi ve sadaka vermeyi tavsiye ederdi. Kendisinin de, bedelini vererek sık sık kurban kestirmek âdeti idi. Kesilecek kurbanın besili, âzâları noksansız bir koç olmasına çok dikkat ederdi.
Kesimden evvel çukurun îtinâ ile kazılmasını, bıçağın çok keskin olmasını ve hayvanın gözlerinin büyük ve temiz bir sargı ile iyice kapatılmasını arzu ederdi.
Kesimden evvel kurban mahallinde hazır bulunur, kurban kesilip derisi yüzülünceye kadar âdeta namazdaymış gibi, orada büyük bir huşû, huzûr ve tâzim ile ayakta bekler, kesim işi tamam olunca içeri girip iki rekât namaz kılardı.
Misafirperverliği
Muhterem Üstad Hazretleri’nin, âdeta dakik bir saat gibi işleyen muntazam bir hayatı vardı. Müracaat eden ziyaretçiye kabûl saati evvelce bildirilirdi. Söz verdiği hâlde sebepsiz yere vaktinde gelemeyenlere çok üzülürdü. Misafirin geleceği vakitte giyimli, tertipli bir şekilde hazır bulunur, aslâ “ev hâli” bir vaziyette misafir karşılamazdı. Misafirini de kapıda güler yüzle karşılayıp karşısında yer verirdi. Ziyaretçi için hangi mevzu faydalı ise o mevzudan bahsederdi. Kısa bir zaman içinde ziyaretçi, niyet ve ihlâsı nisbetinde gönlü mutmain bir hâlde, büyük bir neşe ile huzûrundan ayrılırdı. Yine vedâlaşırken de Efendi Hazretleri misafirini kapıya kadar geçirirdi.
Hattâ Ramazan ayında iftar verdiklerinde, sofrada bizzat kendisi hizmet etmek ister, misafirlerin ısrarları üzerine, gönülleri olsun diye sofradaki yerine otururdu.
Sofraya otururken ve yemekten sonra sıradakileri bekletmemek için ellerini sür’atle yıkardı. Yalnız olduğunda ise yavaş yavaş daha îtinâlı yıkardı. Namazlarını da, kendisini bekleyen varsa kısa sûrelerle kılar, yalnız olduğunda daha uzun tutardı.
Gelen ziyaretçilere muhakkak bir şey hediye ederdi. Hattâ bir saat evvel kendisine hediye edilen kıymetli bir şeyi, bir saat sonraki misafirine hediye ediverirdi.
Seyahatleri
Yolculukları pek huzurlu ve nizamlı olurdu. Bilhassa hareket ve dönüş günlerini pazartesi veya perşembe günlerine tesâdüf ettirirdi. Mecburiyet olmazsa gece yolculuğuna çıkmazdı. Yolculuk esnâsında en lüzumlu şeyleri yanına alırdı. Giyim eşyâsı, valizine derli toplu olarak, kar gibi beyaz bohçalar içinde yerleştirilirdi.
Yolculuğa, karar verilen saatte çıkılır, karar verilen gün ve saatte dönülürdü. En ufak mevzularda bile yol arkadaşları ile istişâre eder, yolculuk esnâsında zuhûr eden güçlükleri hoş karşılar, en ufak bir üzüntü ve sabırsızlık göstermezdi.
Dâimâ abdestli bulunur, hiçbir zaman abdestsiz olarak bir yere gitmezdi. Hac yolculuklarının en izdihamlı zamanlarında bile, abdestli olduğu hâlde, ikinci bir namaz için abdest tazeler ve; “Nûrun âlâ nûr / Nûr üstüne nûr!” buyururdu. Abdestlerini de derin bir huşû ve huzur içinde, büyük bir îtinâ ile alırdı.
Hicaz’da bulunduğu vakitlerde, Beytullah ve Mescid-i Nebevî’ye beş vakit muntazaman devam ederdi. Hemen hemen vakitlerinin çoğunu, namaz ve niyazla geçirir, pek yorgun olarak istirahate döndüğünde, kendisini ziyarete gelenlerin gönülleri olsun diye bir miktar sohbet ederdi.
Sohbetleri
Sâmi Efendi Hazretleri’nin irşad hayatı âdeta sohbet üzerine binâ edilmişti. Yaşadığı dönemin şartları îcâbı, umûmiyetle evlerde yapılan bu sohbetlere her kesimden insan katılırdı. Sohbetlerinde târifsiz bir mânevî iklim oluşurdu. Kendisi her fırsatta sohbet ettiği gibi mânevî evlâtlarına da bulundukları şehirlerde, küçük bir grupla da olsa, muhakkak sohbete devam etmelerini emir buyururdu.
Onun bu ihlâslı gayretleri ile Anadolu’nun her köşesindeki sayısız ev, birer ilim ve irfan mektebi hâline gelmişti. Sohbete katılmak isteyenler, sessizce gelir ve yine sessizce sohbetin başlamasını beklerlerdi.
Efendi Hazretleri sohbete başlamadan önce bir aşr-ı şerîf okunmasını işaret ederdi. Okuyacak kimse de muhakkak yukarıda oturtulur, kıraati huzurla dinlenirdi.
Daha sonra Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve sâdât-ı kirâmın rûh-i saâdetlerine 1 Fâtiha-i Şerîfe ve 3 İhlâs-ı Şerîf hediye eder ve büyük bir şevk ile sohbetini ifâ ederdi. Sohbetlerinde umûmiyetle önündeki defter ve notlardan okur, zaman zaman bâzı mevzularda şifâhî izahlarda bulunurdu.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp insanları da bu istikâmette yaşamaya teşvik eden bir Allah dostu idi. Sohbet mevzularının esâsını; âyet-i kerîmelerin tefsîri, hadîs-i şerîflerin şerhi, ashâb-ı kirâmın îman, sabır, tahammül ve Allah yolundaki fedâkârlıkları ile Allah dostlarının örnek hayatları teşkil ederdi. Bilhassa “kalb-i selîm”e dâir âyet-i kerîmeleri sık sık okur ve “edep” üzerinde çokça dururdu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ümmeti için fiilî kıstas ve “üsve-i hasene / emsalsiz örnek şahsiyet” olduğunu îzah edebilmek için Siyer-i Nebî’den, ashâbın fedâkârlıklarından, ibadet hayatlarından, muâmelâtından bol bol misaller verirdi.
Bu sohbetlere ve Efendi Hazretleri’nden aldıkları evrâd ve ezkâra ihlâsla devam edenlerde, gözle görülür değişiklikler ve inkişaflar meydana gelirdi. Kibirden tevâzûya, katı kalplilikten merhamete, cimrilikten cömertliğe, tembellikten gayrete, korkaklıktan cesarete, kabalıktan nezâkete, dağınıklıktan tertip ve düzene, acelecilikten teennîye, hırçınlıktan uysallığa, bedbinlikten nikbinliğe doğru mânevî terakkîler görülürdü.
Efendi Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’i hâliyle, kāliyle ve muhabbetle yaşayan bir hâfız efendi geldiğinde ona iltifat eder, yanına alır ve şöyle bir hâdise anlatırdı:
“Adana’da bulunduğumuz günlerde bir nakl-i kubûr zarureti olmuştu. Bu kabirlerden biri de ilmiyle âmil bir hâfız efendiye âitti. (Takrîben 60 sene evvel vefât eden) bu hâfız efendinin kabri açıldığında, kefeni dahî bembeyaz durmakta idi. Şüphesiz bu hâl, Yüce Allâh’ın gerçek hâfızlara husûsî bir ikramı idi.”
Sâdıklarla Beraber Olun!
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- birçok sohbetinde şu hâdiseyi naklederdi:
“Beylerbeyi’nde oturan Âdil Bey isminde, mânevî hâl sahibi ve keşfi açık bir zât vardı. Zaman zaman ziyaret ederdim. Bir gün bana şu tavsiyelerde bulundu:
«Kendini gâfillerden koru! Onlarla oturup sohbet etme! Zira kalpten kalbe in’ikâs olur. Karşındakinin günah hâli sana sirâyet eder. Sirke küpünden sirke sızar, bal küpünden bal sızar.
Sohbet, istişâre ve iş; sâdık ve sâlih kişilerle olmalıdır. Sâdık ve sâlih olmayan kimseler kendilerine zulmetmişlerdir. Onlarda hayra doğru bir meyil görülmediği takdirde, zarurî olan görüşmeyi yapıp, oturmadan derhâl uzaklaşmalıdır.»
Daha sonra başından geçen bir hâdiseyi nakletti:
«Hicrî 1340 senesinde İstanbul’da Ayasofya Câmii’nde mevlid okundu. Câmi, mahfillerine kadar doluydu. Âlimler ve talebeler hep sarıklı olarak câmide yerlerini almışlardı. O zamanki cemaatin ekserîsi ilim ehli olduğundan, muhtelif hâlleri topluluğa başka bir heybet verirdi. Zamanın güzîde hâfızları Kur’ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okumaya başladılar.
Fakir de kürsüye yakın bir yerde oturmuş, dinliyordum. Biraz sonra bir kabz hâli geldi. Sıkıldım, bunaldım, daraldım… Hâlbuki Ayasofya gibi bir câmide, cemaat-i müslimîn içinde, Kur’ân ve mevlid okunurken böyle bir kabz ve sıkılma hâli olmaması gerekirdi.
Merakla sebebini araştırdım. Bir de ne göreyim, karşımda kasvet-i kalbe müptelâ olmuş bir adam var! Göğsü göğsüme karşı gelmiş… Oradan akis alarak sıkıldığımı anladım ve yerimi değiştirdim. Biraz ferahladım. Fakat bunun tesirini bir hafta kadar üzerimden atamadım…»
Böyle hâller birçok mü’minin başından geçmiştir. Binâenaleyh insan, yanında veya karşısında oturanların sâlih, sâdık ve kalbi saf kimseler olmasına dikkat etmelidir.”[11]
Sâmi Efendi Hazretleri bu hadiseyi naklettikten sonra sohbetine şöyle devam ederdi:
“Adana’da bukalemun denilen bir hayvan yaşardı. Çocukluğumuzda onu merakla seyrederdik. Hayvan hangi cismin üzerinde gezerse onun rengini alırdı. İşte kalp de böyledir. Yanındakilerden renk alma kâbiliyeti vardır. Huzurlunun yanında huzur alır, gâfilin yanında gaflet alır. Bunun için de gâfillerin yanında fazla oturmamalıdır, zarurî iş ve ihtiyaç görülünce hemen ayrılmalıdır.”[12]
Yine Sâmi Efendi Hazretleri şöyle buyururlar:
“İnsanın ahlâkı, bulunduğu muhite (çevreye) göre şekillenir. Gâfil insanların içinde bulunan ve onlarla ülfet eden güzel ahlâklı bir kimsenin, bu beraberliği neticesinde güzel hasletleri zâyî olur, nefsânî ve şeytânî ahlâka dönüşür.”[13]
Teslîmiyet
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- teslîmiyetten çok bahsederdi. Bir defasında şöyle anlatmıştı:
“Teslîmiyet tam olmalı… Teslîmiyet noksan olursa, netice ve feyz olmaz! Kalbin uyanması, nefsin ıslâhı, sadrın açılması, bedenin zikri, hep teslîmiyetle olur.
Benim bir hemşirem (kız kardeşim) vardı, yürüyemezdi. Âdeta kötürüm gibiydi. O devirde Adana’da bulunan bütün doktorlara gittik. Dışarıda da gidebildiğimiz bütün doktorlara gösterdik, çâre bulamadılar. Nihâyet bize dediler ki:
«–Mersin’den Toroslar’a çıkınca orada Kaplanca Baba isminde bir zâtın türbesi var. Hastayı götürün, orada bir gece durdurun. Allâh’ın izniyle o zâtın duâ ve rûhâniyeti şifâ vesîlesi olur.» dediler.
Bütün tıbbî ümitlerimiz kesildiği için annemle birlikte hemşiremi oraya götürdük. Geceleyin hemşirem birden bir feryâd etti. Annem, «Acaba aklına, şuuruna bir şey mi oluyor?!» diye endişelendi, hemşiremin yanına koştu:
«–Kızım ne oldu?» dedi. Hemşirem:
«–Güzel yüzlü bir amca geldi, ayağıma iyice bastırdı, biraz canım yandı ama, el-hamdü lillâh iyileştim! Aman Allâh’ım, yürüyorum!» diyordu. Biz de hayretle yanına vardık. Sabahı beklemeden oradan döndük ve sırtımızda götürdüğümüz hemşirem yürüyerek eve geldi. O günden sonra hemşirem, vefât edinceye kadar bir diz ağrısı dahî görmedi.
İşte burada en mühim tesir, teslîmiyetin tam oluşundandır. Yoksa başkaları da gitmişler, kimisine faydalı olmuş, kimisine olmamış…”[14]
Bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın sâlih kullarına lûtfettiği bir tasarruftur. Fâil-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. O dilerse, sâlih bir kulu vâsıtasıyla dilediği şeyi ikram ediverir.
Hakîkî Tahsil
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- sohbetlerinde hakîkî tahsilin mârifetullah tahsili olduğunu anlatırdı. Allah Teâlâ’nın azametini, büyüklüğünü, kalbimizde duyup hissetmenin asıl ilim olduğunu söyler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesîleyle hatırlatırdı.
Bir gün, Efendi Hazretleri’nin ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken:
“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etmişti.
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ise tebessüm ederek onlara:
“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.[15]
Eserlerinden Seçmeler
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -rahmetullâhi aleyh- büyük bir emek vererek ve göz nûru dökerek nice hikmetlerle dolu pek çok eser te’lif etmiştir. Eserlerinde, yaşadığı asra en uygun ve lüzumlu bilgileri, en münâsip bir lisanla kaleme almıştır. Hazırlanan mevzular, önce kendi devlethânelerinde hâne halkına, sonra sohbetlerde okunmuş, daha sonra da kitap hâlinde neşredilmiştir. Çok kıymetli bir ilim ve hikmet hazinesi olan bu eserlerden seçtiğimiz bâzı kısımları aşağıya dercediyoruz:
Ehl-i Sünnet Yoluna İttibâ
“Öğütlerin hulâsası ve nasihatlerin özü şudur: Dindar ve İslâmî hükümlere hassâsiyetle riâyet eden kişilerle ünsiyet kurarak beraberliği temin et! Dindarlık ve şerîate bağlılık da ancak Ehl-i Sünnet yoluna tâbî olmaya bağlıdır. Zira kıyâmet günü kurtuluşa erecek olan grup onlardır. Bu gibi istikâmetteki mü’minlere tâbî olmadan kurtulmak imkânsızdır.”[16]
Dînî İlimleri Tahsil
“Ey birâder! Vakit âhir zamandır. Din zayıflamış, Sünnet terk edilmiş, bid’atler ise her tarafa yayılmıştır. Böyle karanlık bir devirde, en mühim şey olan akāidi ve diğer dînî ilimleri tahsil etmeye gayret eylemek zarurîdir.”[17]
“Her belde ve her kabîlede dînî meseleleri tâlim edecek bir âlimin bulundurulması farz-ı kifâyedir. Eğer bulundurulmazsa oradaki halkın hepsi günahkâr olur. Fakat her mü’minin ilm-i hâlini, yani kendini ilgilendiren dînî hükümleri öğrenmesi de farz-ı ayn olduğundan, bunları öğrenmeyen kimse günahkâr olur. Çünkü İslâm diyârında cehâlet, mâzeret sayılmaz.”[18]
İstikâmet
“İstikâmet sahibi, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:
1) Sıcaktan erimez,
2) Soğuktan donmaz,
3) Rüzgârdan devrilmez,
4) Sel alıp götürmez.”[19]
[Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’i gıyâbında medhederek şöyle buyurmuştur:
“Sen, şiddetli kasırgaların bile yerinden hareket ettiremediği, kuvvetli sarsıntıların bile yok edemediği yüce bir dağ gibiydin!”[20]]
Kalb-i Selîm
“Ehl-i hikmete göre gönlün rûhâniyet ve hikmetle müzeyyen hâle gelebilmesi, yani mükerrem insan olabilmek için şu beş esâsa riâyet şarttır:
1) Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak,
2) Mânâsını düşünerek çokça Kur’ân-ı Kerîm okumak ve namaz kılmak,
3) Oruç tutmak, az yemek, açlığa ağırlık vermek,
4) Devamlı zikir hâlinde olmak,
5) Seher vakitlerinde tazarrû ve niyazda bulunmak.”[21]
“Kalb-i selîm sahibi; dîninde cehâletten, kötü ahlâktan, mal ve evlâdın şerrinden sâlim ve pâk olarak huzûr-i ilâhîye gelen kişidir. Malını hayır yollarına sarf eden, evlâdına dînî hükümleri öğreten ve yaşatan; kalbî hastalıklar, kötü ahlâk ve cehâletten sâlim olarak âhirete giden kişiler, mal ve evlâdından menfaat göreceklerdir…
Kalb-i selîmin üç alâmeti vardır:
1) Hiç kimseye eziyet etmemek,
2) Hiç kimseden incinmemek,
3) Bir kimseye iyilik yaptığında ondan bir karşılık ve mükâfat beklememek.”[22]
“İnsan bedeni, türâbîdir, toprağa mensuptur. Yemek içmek, uyumak ve şehvet gibi işler îtibârıyla diğer mahlûkât ile aynıdır. Ama rûh itibârıyla da nûrânîdir, Allâh’a mensuptur. İnsanda nefsânî arzular gâlip olursa, Allah’tan uzaklaşır, rûh âlemi incelik, zarâfet ve derinliğini kaybeder, kalp kararır… Fakat insanda rûhânî hayat gâlip olursa, Allâh’a yaklaşır, kalbi de, bedeni de nurlanır.
Bunun için kalbi tasfiye ve tezkiye etmek, yani nurlandırmak lâzımdır. Kalp temizlenmedikçe nurlanamaz ve bu hâlde insan aslâ kalbî hastalıklardan kurtulamaz…
Bir ağacın kökünde çürüklük varsa, onun alâmeti dallarında ve yapraklarında belli olur, meyvesinde görülür. Kalpte de hastalık, çürüklük olursa bedenin her uzvunda ve her işinde onun eseri ve zararı görülür. Onu tedâvi etmek lâzımdır.
Kalbin tedâvisi, rûhun mensub olduğu Allâh’ı zikretmekle yapılır. Kalbin hastalığı, zikrullâh ile temizlenir.”[23]
Tasavvuf
“Tasavvuf, şerîatin âdap ve erkânının kaynağıdır.
Tasavvuf, Allâh’a karşı kuvvetli bir muhabbet duymak ve neticesinde benlik dâvâsını terk etmektir.
Tasavvuf, zikr-i dâimîde bulunarak Allah’tan başka her şeyden gönlü temizlemektir.”[24]
Tarîkat ve Seyr u Sülûk
“Tarîkat, şerîatin hâdimidir. Abdest, temizlik ve tahâret namaza hazırlık olduğu gibi, tarîkat da kalbi temizleyip huzûra hazırlar.”[25]
“Tarîkat-i aliyyede feyz ve terakkînin en mühim sebebi, muhabbet ve râbıtadır. Bu da mürşidinin teveccüh, nazar ve himmetini kazanmak sûretiyle olur. «Muhabbetin şartı, muvâfakattir.» Yani mürşidin sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemektir.”[26]
“Bedenî hastalıklardan şifâyâb olmak için bir tabîbin teşhis ve tedâvisine ihtiyaç olduğu gibi; kibir, haset, dünya sevgisi gibi kalbî hastalıkların tedâvisi için de bir mânevî tabîbin tedâvisine daha fazla ihtiyaç olduğu hakîkatinden gaflet edilmemelidir.”[27]
Tezkiye
“Hakîkî îmânı elde edebilmek için kalbî hastalıkların izâle edilmesi zarurîdir… Bunun için de tezkiye-i nefs zarurîdir… Nefsin emmârelikten kurtulması, ancak onu tezkiye ederek mutmainne makâmına çıkarmakla mümkündür. O zaman îmânın hakîkati zuhûr eder ve kuvvet bulur. Bu seviyede îman, vicdânî olur ki, bu kısım îman zevâlden korunmuştur…
Bir kişi zâhirî ve cismânî hastalığını tedâvi etmek için gayret ettiği hâlde, kalbin giriftar olduğu mânevî hastalıklarla ilgilenmez ve gâfil davranırsa, bu, nâdanlıktan başka bir şey değildir.”[28]
“Hakîkî mânâda İslâm’a girebilmek, nefs-i emmâreyi bertaraf etmeye ve ilâhî emirlere tâbî olmaya bağlıdır. Binâenaleyh, nefs-i mutmainne’ye ermeden evvel, yalnız kalbî tasdîk ile meydana gelen İslâm’a, «İslâm-ı mecâzî» derler. Nefs, mutmainne makâmına erdikten sonra olan îmâna da, îmân-ı hakîkî denir.”[29]
“Nefs-i emmâreye hizmet eden kişi, huzûr-i Bârî’ye vardığında Cenâb-ı Hak’tan mükâfat taleb edemez. Zira dünyadayken Cenâb-ı Hakk’ı unutarak nefs-i emmâreye hizmet etmiştir.”[30]
Cihad
“Cihad iki kısma ayrılır:
1) Küçük cihad: Küffâr ile yapılan mücâhede ve muhârebedir.
2) Büyük cihad: Nefse karşı cihâd etmektir ki gönül âlemini ıslah etmekten ibârettir. Muhârebe, zâhirin ıslâhıdır. Gönül âlemini ıslah ise zâhiri ıslahtan daha zor ve uzundur. Küçük cihâdın gâyesi, Cennet ve rahmete nâil olmak; büyük cihâdın gâyesi ise Hak Teâlâ’yı ve cemâl-i ilâhîyi müşâhedeye vâsıl olmaktır. Küçük cihâdın gâyesi şehâdet, büyük cihâdın gâyesi sıddîkıyettir. Sıddîkların derecesi ise şehîdlerin derecesinden üstündür.”[31]
“Nefisle mücâdelede muvaffak olmak için zikre devam ve teslîmiyet şarttır. Nefisle cihad en büyük cihaddır. Çünkü o, ardı arkası kesilmeyen ve ölünceye kadar devam eden bir mücâdeledir. Düşmanla mücâdele, muayyen bir vakitte olup biter. Nefisle cihâd ise her zaman olacaktır. Nefisle cihad, hem zikirle, hem teslîmiyetle, hem ibadetle, hem de Kur’ân ve Sünnet’in ahkâmını hayatın her safhasında yaşamakla mümkün olur.
Bütün düşmanlar iyilik edince dostluğa döner, fakat nefs aslâ dost olmaz! Ona ne kadar iyilik edersen et, o daha çok azar ve azılı düşman olur, onunla cihad ve mücâdele de gittikçe zorlaşır. Bu sebeple nefisle cihad, en büyük harptir ve bu hepimize farz-ı ayndır.”[32]
Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- Tebük Seferi’nden mâzeretsiz olarak geri kalan sahâbîlerin çektiği vicdan azâbı ve sıkıntılardan bahsettikten sonra şöyle buyurur:
“Küçük cihad denilen muhârebeden geri kalmak, böyle hacâlet (utanç sebebi) ve hüsran olursa, en büyük cihâd olan nefs tezkiyesi ve kâmil insan olmak yolu terk edilirse, hüsran ve azap ne kadar büyük olur, düşünelim!.. Bu hüsran ve azap hem dünyada hem âhirette vuk¯u bulur.”[33]
Zikir
“Zikrin hakîkati ve kemâli, zikir ânında zikredilenden başka her şeyi unutabilmektir. Hak yolunun yolcusuna gereken de, en büyük gâye olan zikr-i hakîkîye ulaşmaktır.”[34]
“Hasenâtın en güzeli, tâatlerin en fazîletlisi, Allah hakkında ilim sahibi olmak, O’nun tevhîdinin yolunu bilmek ve nefsin hevâsına muhâlefet etmektir. Kul, zikrullâh ile günahlardan arınır. Tezkiye-i nefse de ancak zikrullâh ile nâil olabilir. Tasfiye-i kalbin de yegâne medârı, zikrullâh’a çokça devam etmektir. Zikrullâh ile kul, Allâh’a ibadete kuvvet kazanır, şeytanın hîle ve tuzaklarından kurtulur.”[35]
“Akıllı insan, Allâh’ı çok çok zikretmelidir. Zira zikir, iç dünyanın temizlenmesine sebep olduğu gibi kalbin cilâlanmasını da sağlar.”[36]
“Hakîkî hayat sahibi, ancak kalbi diri olan kimsedir. Çünkü kalp, Beytullah’tır. Orada Allah muhabbeti ve zikri yoksa o kalp ölüdür… Hakîm et-Tirmizî -rahmetullâhi aleyh- der ki:
«Zikrullah kalbi diri tutar ve yumuşatır. Kalp, zikirden uzaklaşınca nefsin harâreti altında kalır, şehvet ateşleriyle kurur, katılaşır, diğer uzuvları ibadet edemez hâle getirir, kaskatı yapar. Eğer bu hâlinde devam ederse kuru bir ağaç gibi, taş gibi kesilip ateşte yanmaktan başka bir işe yaramaz. Bu duruma düşmekten Allâh’a sığınırız.»”[37]
Evliyâ
“Evliyâullah yağmur gibidir. Maddî yağmur olmadan beşerî hayatın bekāsı mümkün olamayacağı gibi, mânevî yağmur olmadan da mükevvenâtın bekāsı mümkün değildir. Her yağmurun zamanına göre faydası olduğu gibi, evliyâullâh’ın da zamanına göre faydaları vardır. Her birinin Cenâb-ı Hak katında ayrı bir mevkii vardır. Bu sebeple önceki zamanlarda geçen evliyâullah ile sonradan gelenleri mukayese etmemelidir.
Meselâ birkaç asır evvel irtihâl eden evliyâullâh’ı bu zamanda insanların ekseriyeti kabûl ederler. Bunun sebebi şudur: Vefât eden evliyâullâh’ın şu anda irşad vazifesi yoktur. Bu sebeple şeytan onların tasdik edilmesine mânî olmaz. Ancak şeytan, insanları, hayatta bulunan, irşâda memur kâmil velîlere yaklaştırmamak için büyük gayretler sarf eder, onları inkâr ettirmeye çalışır. Çünkü şeytan, mü’minlerin selâmetini hiç arzu etmez.”[38]
İslâm Kardeşliği
“İslâmî esaslara uygun olarak birbirlerine acımak, birbirlerini sevmek, birbirleriyle yardımlaşmak, İslâmiyet’in haklarını korumak ve Dîn-i Muhammedî’yi şerefli makâmına ulaştırmak, bütün müslümanların üzerine vâciptir. Bu bakımdan bütün mü’minler tek kişi, tek vücut gibidirler.”[39]
“Müslümanlar kendi aralarında Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde birleşmiyor ve Allâh’ın Kitâb’ının, Rasûlullâh’ın Sünnet’inin hâricinde bir yol takip ediyorlarsa, Allah muhâfaza buyursun, zilletin çukuruna yuvarlanmışlar demektir… Ancak kalpler tevhîdin hakîkatinde birleştiği zaman nusret ve selâmete ulaşılır, dilekler kemâliyle tahakkuk eder.”[40]
İnfak
“Kul, elindeki malın en güzelini Allâh’a verdiği gibi Allah da ona kendi nezdindeki nîmetlerin en güzelini verecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «İyiliğin mükâfatı ancak iyilikten başka bir şey midir ki?!» (er-Rahmân, 60)”[41]
“İnfak, insanların derecelerine göre farklı farklıdır. Avâmın infâkı yalnızca malını vermektir ki, mükâfatı Cennet’tir. Havâssın infâkı malını infâk etmekle beraber nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmektir ki, ecri kıyâmet gününde Cemâlullâh’ı müşâhede nîmetine nâiliyettir. Bu sebeple mü’mine yakışan, malını infâk ederken nefsini de temizlemek ve kalbini Allâh’a tahsîs etmektir. Kalbinde mal ve dünya sevgisi bulunan bir mü’min, îmânın zevkine ve kemâline eremez. Cimrilikten sakınmak ve elinde bulunan mal nisbetinde cömert olmaya çalışmak da mü’minliğin şiârındandır.”[42]
“Sâil (muhtaç), Cenâb-ı Hakk’ın bir hediyesidir. Sâili boş çevirmek; «Cenâb-ı Hakk’ın hediyesine ihtiyacım yok!» demektir. Verecek bir şeyiniz yoksa onu tatlı bir sözle gönderiniz! Husûsiyle akşam namazından sonra gelen sâillere dikkat etmek lâzımdır.”[43]
Vakit
Vakit sermâyesini, en mühim amel-i sâlihlere harcamak lâzımdır… Dedikodu, insanın gafletini artırmaktan başka bir işe yaramaz. Herkese karşı hüsn-i zan besleyen temiz bir kalbe sahip olmak için gayret sarf edin! İlâhî azameti tefekkür edip sizi ilgilendirmeyen şeylerden tamamıyla yüz çevirin! Bütün himmetinizi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya sarf edin! Nefsin hazlarına takılıp kalmayın! Vakitleri boş geçirmekten şiddetle sakının! Ehl ü iyâlinize şefkatle muâmele edin! Âhireti kazanma iştiyâkı dünyadaki çalışmalarınızdan çok daha ötede olsun! Dünya nîmetlerine aldanmanın neticesi, cennet nîmetlerinden mahrûmiyet ve nedâmetten başka bir şey değildir…
Başıboş kalmayın! Takvâya mânî olan boş şeylerle meşgul olmayın! Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ve tazarrû edin! Üzerinizde hakkı olan insanlarla ancak zaruret miktârı beraber olun! Böylece hatır ve gönüllerini almış olursunuz. «Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker»i ihmâl etmeyin! Bütün hâne halkını namaza, sâlih insan olmaya ve İslâmî esasları tatbik etmeye teşvik edin! Zira emriniz altındaki bu insanlardan mes’ûlsünüz, kıyâmet günü hesâba çekileceksiniz…
Allah Teâlâ’nın kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kulun faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olmasıdır.”[44]
Akıllı Kimdir?
“Akıllı; her hâline dikkat edip içinde bulunduğu zamanı değerlendirmeye gayret eden ve tûl-i emeli, yani dünyada ebedî kalacakmış gibi lüzumsuz arzular peşinde koşmayı terk eden kişidir.”[45]
“Akıllı olan, dünya nîmetlerine aldanmaz. Allah’tan başka bir şeyle sevinmez. Zira Allah’tan başka her şey, yok olmaya mahkûmdur. Fânî ve zevâle mahkûm bir şeyle sevinmek, akıl ve irfan kârı değildir.”[46]
“Akıl sahibi kişiler, dünya oyuncaklarından, yani nefsin arzu ve heveslerinden vazgeçmelidir. Çünkü dünya oyun ve oyuncaktan ibârettir, kandırıcıdır, fitneleri ve âfetleri çoktur. Hevâ kuyusuna düşmemek için nefsin arzularını terk etmekten başka çâre yoktur. Hevâyı defetmenin çâresi de mâsivâya meyli terk edip Hakk’a yönelmek ve zikrullâh’a devam etmektir.”[47]
Dünya Muhabbeti
“Âhireti unutturan dünya muhabbeti, her günahın başı, büyük günahların en büyüğüdür. Nitekim her türlü günahın, dünyaya beslenen aşırı muhabbet sebebiyle işlendiği görülmektedir.”[48]
“Akıllı olana yakışan, dünyanın çer-çöpüyle uğraşarak kendini yormamaktır. Zira rızık taksîm edilmiştir. Hiç kimse, kendisine ayrılan rızıktan fazlasına ulaşamayacaktır.”[49]
Duâ
“İlaçların en faydalısı duâdır. Duâ belânın gelmesini önler, gelen belâyı da hafifletir. Duâ, mü’minin silâhıdır. Ancak huzûr-i kalp ile Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür ederek ve duâların kabûl edildiği vakitlerde yapılmalıdır. Meselâ, gecenin son üçte birinde, kıbleye karşı boyun eğerek, gönül kırıklığı ile, tazarrû ve niyazla ve pâklık ile Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ve Rasûlü’ne salât ü selâm etmeli ve evvelâ tevbe ve istiğfâr edip bir miktar sadaka vermiş olmalı ve duâsında da kesin kararlı ve ısrarcı olmalıdır.”[50]
“Bâzıları, «Filân duâyı şu kadar okursanız şu murâdınız hâsıl olur.» gibi ifâdeler kullanırlar. Kalp temiz olmadıktan sonra duâyı çok okumak fayda vermez. Meselâ dünya üzerinde pek çok su mevcuttur. Menbaı birdir. Lâkin kimisi gâyet güzel ve tatlıdır, kimisi ise bataklıkta olup içilmez ve faydası olmaz. Öyleyse her hâlükârda menbaın temiz olması lâzımdır. Menbâ ne kadar temiz olursa, suyun kıymeti o nisbette artar. İşte aynen bunun gibi, mânevî bir menbâ olan kalbin de temiz olması lâzımdır.”[51]
Evlât Terbiyesi
“Müslüman anne-baba, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine İslâm fıtratı üzere bahşettiği evlâdına dînî terbiye vermek ve akîdesini tâlim ve telkîn etmekle mükelleftir. Aksi takdirde mes’ûldür.”[52]
Fâiz
“Fâizde ısrar eden kimsenin her ne kadar malı çok olsa da âkıbeti fakirliğe ve malının bereketi zevâle mâruz olur. O kimse halk arasında kötü, îtimâda ve îtibâra lâyık olmayan fâsık biri diye tanınır ve kalbi iyice katılaşır.”[53]
Haset
Haset, nefsin kötü ahlâkındandır. Tevhid, yani «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» demeye ve zikirlere çok devam etmek sûretiyle bunların izâlesine çalışmak lâzımdır.”[54]
“Haset edersen, hasedin, düşmanına değil sana zarar verir.”[55]
Azık
“«…Azığınızı alın! Azıkların en hayırlısı takvâdır…» (el-Bakara, 197) Yani âhiret azığınızın, çirkin şeylerden sakınmak şeklinde olduğunu biliniz. Zira azıkların en hayırlısı, Allah’tan korkmaktır. Yoksa yiyeceklerden elde edilen azık değildir. Sözün özü şudur ki:
İnsanoğlunun iki yolculuğu vardır. Birisi dünyadaki yolculuğu, diğeri de dünyadan yolculuğu. Dünyadaki yolculuğunda mutlakâ azık lâzımdır ki, o da yiyecek şeylerdir. Dünyadan yolculuğunda da mutlakâ azık lâzımdır. Bu da Allâh’ı tanımak, sevmek, O’ndan başkasına gönül vermemek, devamlı O’na tâatle meşgul olmak, O’na muhâlefetten sakınmak ve yasaklarından kaçınmaktır.
İşte bu azık, dünyadaki yolcunun azığından daha hayırlıdır. Zira dünya azığı, yalnız bedenin ihtiyacını görür. Âhiret azığı ise ebedî azaptan kurtarır. Dünya azığı fânîdir. Âhiret azığı ise bâkì ve hâlis lezzetlere ulaştırır.”[56]
Âzâlar
“Allah Teâlâ, her bir âzâyı ne için yarattıysa o yolda kullanılmasını irâde etmektedir. Kalbin yaratılış sebebi, mârifet ve tevhidle meşgul olmaktır. Lisânın vazifesi, şehâdet ve tilâvetle meşgul olmak, insanların ayıplarını araştırmamak ve insanlara yumuşak ve gönül alıcı bir üslûb ile hitâb etmektir. Her bir âzâyı yaratılış maksadına göre kullanma hususunda Cenâb-ı Hakk’a verdiği sözü tutmayan kişi, O’nun gazabına uğrar.”[57]
Medîne-i Münevvere’ye Hicret ve Son Günleri
Sâmi Efendi Hazretleri, hayatı boyunca devamlı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin izlerini takip etmişti. Bu hassâsiyetin bir tezâhürü olarak da son günlerini Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nurlu beldesinde, O’nun mânevî huzûrunda geçirdi. Üstad Hazretleri’nin son günlerini evlâd-ı mânevîsi ve hayru’l-halefi Mûsa Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“1976 yılının sonbaharı idi. Muhterem Üstad Hazretleri’nin Erenköy’deki devlethânelerine giderek hem ziyaret etmek hem de zamanın gönlümüze bıraktığı keder ve sıkıntıları onun feyizli nazar ve sohbetleri sâyesinde izâle ederek huzura kavuşmak arzusu duymuştum.
Güler yüzle huzurlarına kabûl buyurmuşlardı. Hiç ziyaretçi yoktu. Münferid olarak bâzı nasihatlerini müteâkip, kapalı olan odanın kapısına bakarak -kapıya bakmak mahrem işareti idi-:
«–Medîne-i Münevvere’ye hicret göründü, bir daha dönmemek şartıyla! Yalnız aramızda kalsın, kimse duymasın!» buyurdular.
Aradan altı ay kadar bir vakit geçmişti. Aynı arzularını muhtereme vâlidemize ve hâne halkına tekrarlamışlardı. Hicret için bir taraftan âile fertlerini iknâ etmişler, bir taraftan da tahakkuku için Allâhu zü’l-celâl ve’l-kemâl Hazretleri’ne duâ ve niyazda bulunmuşlar ve çıkış muâmelelerinin tâkibi için de lüzumlu yerlere mürâcaatta bulunmuşlardı.
Bu hicret haberini duyan, İstanbul ve Anadolu’daki sevenleri, için için üzülüyorlar, yanıp yakılıyorlardı. Ama elden ne gelir, ne yapsınlar, karar kat’î idi. Kader çerçevesi böyle çizilmişti. Ayrılık, muhabbet ehli için dayanılmaz, tahammül edilmez bir hâldir. Haklı idiler. Asırların yetiştirdiği bu gönül sultânından ayrı, uzak kaldıkları müddetçe o nurlu, o güzel, melâhatli yüzünü temâşâ edemeyecek ve dertlere derman olan o lâhûtî, ulvî, mânevî sohbetlerinde bulunamayacaklardı. Ancak Allah dostlarının sık sık tekrarladıkları «Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de!» sözü ile mütesellî olabiliyorlardı.
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin nusreti ile arzuları semere vermiş, bir buçuk sene sonra Medîne-i Münevvere’ye, Belde-i Tayyibe’ye, bütün âile efrâdı ile vâsıl olmuşlardı. El-hamdü lillâh, Muhterem Üstad -rahmetullâhi aleyh-, arzuları tahakkuk etmiş olduğu cihetle çok mes’ut ve mesrurdular.
On-onbeş gün kadar bir istirahatten sonra, az sayıda olmak şartıyla ziyaretçi kabûl ediyorlardı. Ve sohbetleri arasında bu mukaddes Belde-i Tayyibe’de gâyet edepli, tâzimkâr olmak îcâb ettiğine işaretle, şâir Urfalı Nâbî’nin meşhur; «Sakın terk-i edepten kûy-i Mahbûb-i Hüdâ’dır bu!» naatini irticâlen sonuna kadar okuyorlardı.
Böylece seneler birbirini takip ediyor, Muhterem Üstad -rahmetullâhi aleyh- tam bir inzivâya varıp vakitlerini devamlı duâ, zikir, murâkabe ve istiğfarla geçiriyorlardı. Rahatsızlıkları da günden güne artıyordu. Tıbbî müdâhale ve ihtimamlar semere vermiyor, zâten pek nâzik ve nahif olan bedenleri adetâ eriyordu. Tansiyonları sık sık yükseliyordu. Bu ağrı ve ıztıraplara rağmen bir defa olsun; «Vücudumda şöyle bir rahatsızlığım var, başım ağrıyor…» gibi en ufak bir şikâyette bulunmuyorlardı. Hattâ gözlerindeki zaafiyet ziyâdeleşmiş, göremez hâle gelmişlerdi. Bu hâlini sezen bir yakını tarafından hâzık bir doktor celbedilerek ameliyat edilmiş ve görmeye başlamışlardı. Bu gâile ve rahatsızlıklarında bile dâimî olarak duâ ve istiğfâra devam etmişlerdi.
Sevenleri yirmi beş sene kadar evvel, Eyüb Sultan Hazretleri’nin kabristanında kendileri için bir mezar yeri temin etmişlerdi. Bundan pek memnun olmayan Muhterem Üstad Hazretleri:
«–Bizim reyimizi sorarsanız, gönlümüz Cennetü’l-Bakî’yi ister!» buyurmuşlardı.
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin bu has, lekesiz kulu son günlerini yaşıyordu.
Şâirin «Fahru’l-Urefâ, Bedr-i Hafâ[58] Hazret-i Sâmi» diye tesmiye ettiği insân-ı kâmil ve asırların yetiştirdiği Mürşid-i Mükemmil Hazretleri’nin, nur hazinelerinden olan rûh-i muazzezleri, «Sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına katıl! Ve cennetime gir!» (el-Fecr, 28-30) âyet-i kerîmelerine imtisâlen, 10 Cemâziyelevvel 1404 / 12 Şubat 1984 sabaha karşı saat dört buçukta, «Allah Allah» kelime-i tayyibesini zikrederek a‘lâ-yı illiyyîne tayerân etmiştir. Yani fânî dünyadan ebediyet âlemine intikal etmiştir. Gasl ve tekfînini müteâkib cenâze namazları Mescid-i Nebevî’de edâ edildikten sonra, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu has evlâdı, Türbe-i Saâdet önünden geçirilerek büyük bir sessizlik içinde güzîde, sâlih bir topluluğun elleri üzerinde, ileriden beri cân u gönülden arzu ettikleri Cennet-i Bakî’de Osman Zinnûreyn ve Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anhumâ- Hazretleri’nin kurbundaki mukaddes toprağa defnedildiler.
Vefat haberi kısa zamanda dünyanın her yerinde duyulmuş ve gıyâbî cenâze namazları kılınmıştır. O büyük Allah dostu, uzun hayatı boyunca kendini İslâmiyete vakfetmiş, büyük fedakârlıklarla, mâneviyâta susamış olan gönülleri tenvîr etmiştir…”[59]
Bütün hayatı boyunca Âlemlere Rahmet olan Sevgili Peygamberimiz’in izinde yürüyen bu Allah dostunun, kabri de Efendimiz’in tam ayak ucu tarafına nasîb olmuştur…
Cenâb-ı Hak cümlemizi şefâatlerine nâil eylesin! Âmîn!
Hikmetli Sözleri
- “Herkes Cenâb-ı Hakk’ın kulu değildir, mahlûkudur. Hakîkî kul olan, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini kâmilen îfâ eder ve nehiylerinden külliyen sakınır. İşte kul budur. Yoksa gaflet ile vakit geçiren, ibadet ve tâate ehemmiyet vermeyen kimseler, kul olamazlar.”[60]
- “Şefkatli bir babaya isyân eden evlâda mecnun derler. Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muhâlefet eden kişiye ise ne söylense azdır!”[61]
- “Gerçek hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın men ettiği günahları, kimsenin olmadığı yerde, «Cenâb-ı Hak işitir, görür, bilir…» diye îmân ederek terk etmektir.”[62]
- “Mü’min, içindeki düşünce ve emelleri başkası işittiğinde mahcub oluyorsa, o hakîkî mü’min değildir.”[63]
- “Bedeni dünyanın meşrû işlerine, kalbi de Cenâb-ı Hakk’a yöneltmek sûretiyle dünya ve âhiret saâdeti hâsıl olur.”[64]
- “Allâh’ın rızâsını kazanmak için gayret etmek, kulluk vazifesinin en yüksek mertebesidir.”[65]
- “İbadetlerin en fazîletlisi, Allâh’ın dostlarına dostluk ve düşmanlarına düşmanlık etmektir. (Lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret.) Zira böyle davranabilmek, hâlis muhabbetten kaynaklanır.”[66]
- “İslâm, dîne ve dünyaya âit bütün işlerde taassup ve ifrattan uzaklaşarak muvâzene ehli olmayı emreder. İslâm, hıyânet veya harp hâlinde olmamak şartıyla gayr-i müslimlere bile rıfk ile (yumuşaklıkla) muâmeleye teşvik eder.”[67]
- “Hak yolcularının Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmeleri için yegâne sığınakları gözyaşıdır.”[68]
- “Muhakkak ki dünya sıkıntısı, âhiret azâbından çok daha hafiftir. Bu sebeple kulun ibadet, tâat ve zikrullah’tan hiçbir an gaflet etmemesi zarurîdir.”[69]
- “Beraat Gecesi, herkes hakkında hüküm verilecektir. Hakkında hüküm verilecek kişi uyumamalıdır. Duâ, niyaz, ibadet, tevbe, istiğfar, şükür ve zikir yaparak hakkında verilecek hükmün hayırlı olması için yalvarmalıdır.”[70]
- “Kur’ân-ı Kerîm, mü’minler için cennete dâvet tezkeresidir.”[71]
- “Kibri ve zulmü âdet edinen kimsede saâdet olmaz. Zira saâdetin sebebi ikidir:
« اَلتَّعْظِيمُ لِأَمْرِ اللّٰهِ وَالشَّفَقَةُ عَلٰى خَلْقِ اللّٰهِ » Yani:
1) Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tâzim,
2) O’nun bütün mahlûkâtına şefkat ve merhamet…”[72]
Dipnotlar:
[1]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, s. 73.
[2]. Bkz. Hasan Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, s. 231.
[3]. M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 52-53, no: 25.
[4]. M. Es‘ad Efendi, a.g.e, s. 161-162, no: 134.
[5]. Mustafa Eriş, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 24.
[6]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, II, 8.
[7]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, IV, 117.
[8]. M. Sâmi Efendi, Bir mektubundan.
[9]. Bkz. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn, sf. 35-36.
[10]. Bkz. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn, sf. 35.
[11]. Bkz. M. Sâmi Efendi, Mükerrem İnsan, s. 62-63; Bayram Sohbetleri, s. 39.
[12]. M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 39-40.
[13]. M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 154.
[14]. Bkz. M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 28-29. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler, haz. Erkam Yayınları, 1999, s. 195.
[15]. Mustafa Eriş, a.g.e, I, 20-21.
[16]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, I, 118.
[17]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 101.
[18]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 64.
[19]. M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 145.
[20]. Ebû Nuaym, Mârifetü’s-Sahâbe, Riyâd, 1419, I, 264.
[21]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, II, 13; Bayram Sohbetleri, s. 41; Mükerrem İnsan, s. 26-64.
[22]. M. Sâmi Efendi, Hz. İbrahim, s. 163-164.
[23]. M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 76-77.
[24]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 13.
[25]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 156.
[26]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 176.
[27]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 146.
[28]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 124-125.
[29]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 127-129.
[30]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 151.
[31]. M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 273.
[32]. M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 30-31.
[33]. M. Sâmi Efendi, Mükerrem İnsan, s. 18-19.
[34]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 95.
[35]. M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsirî, s. 148.
[36]. M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsirî, s. 259.
[37]. M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 26.
[38]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 160.
[39]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 14.
[40]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 18-19.
[41]. M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 361.
[42]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, s. 346.
[43]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 207.
[44]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 111-113.
[45]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, IV, 171.
[46]. M. Sâmi Efendi, Hz. İbrahim, s. 143.
[47]. M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 30.
[48]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 36.
[49]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 40.
[50]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, III, 249.
[51]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 152-153.
[52]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, II, 67.
[53]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 69.
[54]. M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 19.
[55]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, s. 21.
[56]. M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 249-250.
[57]. M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 79.
[58]. Âriflerin kendisiyle iftihar ettikleri, bulutlar ardına gizlenmiş dolunay.
[59]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn, s. 95-100.
[60]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 217.
[61]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 219.
[62]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 207.
[63]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 210.
[64]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 201.
[65]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 63.
[66]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 96.
[67]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, II, 140.
[68]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 193.
[69]. M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 42.
[70]. M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 69.
[71]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, I, 46.
[72]. M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 91.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Erkam Yayınları, Altın Silsile