HİLYE VE ŞEMAİLİ
Uzuna yakın, orta boylu, nahîf bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı. çukurca ela gözlü, zayıf olmasına rağmen mütenâsib vücûdlu idiler. O nûrânî sîmâsı dâima değişirdi. Yani şeklini çizmek, tesbit etmek imkânsızdı. Sîmâlarındaki halâvet ve melâhatın güzelliği tarif edilemezdi. Orta boylu olmalarına rağmen dâima yakınında bulunanlardan uzun ve heybetli görünürdü. Halîm, selîm yumuşak ahlâklı, melek sıfattı. Yakînen tanıyanlar melek Sâmî Efendi derlerdi. Sırasına göre gayet şecî’ ve cesurdu. Yüzleri mütebessim olmasına rağmen, içleri dâima hüzünlü ve düşünceli idi. Vakar, temkîn ve itidal ehli idi.
Nitekim bir şair;
O ki, âleme sultan, veliyy-i alışandı.
Lâtîf ruhlara rehber, bu ümmete nişandı.
Onda idi tevazu, ahlâk edeb ve haya
Benim gücüm elvermez herbirini saymaya”
demiştir.
Temiz, sâde ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını kulaklarının memelerine kadar uzatırdı. Suhuletle, ağır ağır yürürler fakat çok yol katederlerdi. Yanındaki refikleri ne kadar uzun boylu olsalar bile kendilerine yetişmek için adetâ koşmak zorunda kalırlardı.
Nitekim bir şâir de kendisi için:
Yavaş yavaş gidişinde tabiî bir sür’at vardı.
Koşar gibi yürüyenler, ondan geri kalırlardı.
demiştir.
Pek az yerler, pek az uyurlar, dâima sükûtu ihtiyar ederlerdi. Zarûret hâlinde pek kısa kelimelerle muhâtablarmın seviyesine göre konuşurlardı. Fem-i Saadetlerinden ne bir kelime noksan ne deftir kelime fazla çıkardı. Her manâ ve kelimesi yerli yerinde idi. Tâne tane, seçkin olarak konuşurlar, mühim olanları üçer kere tekrar ederlerdi.
Sohbet mevzularını, âyet-i kerîme, ehâdis-i şerîfe, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin ve diğer enbiyâ-i izam, ashâb-ı kiram ve evliyâ-yı zevi’l-ihtiram hazerâtının ahlâkları, gazaları, Allah yolunda fedakârlıkları, sabır ve tehammülleri, tavır ve hareketleri ve nasihatleri teşkîl ederdi.
Kalb mevzuunda ısrarla dururlar, bilhassa Fahr-i kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin;
– “Cesedde bir çiğnem et vardır. O sâlih olursa, bütün cesed sâlih olur, o fâsid olursa bütün cesed fâsid olur.” diye mevzua girip kalbin nazargâh-ı ilâhî olduğundan bahsederek, Kabe’nin banisi İbrahim aleyhisselâm, fakat kalbin banisi Cenâb-ı Hakk olduğuna işaret ederlerdi.
Bilhassa kendilerinin terbiyesi ile meşgul oldukları kimselerin, noksan hallerini gördükçe üzülürler, fakat yüzlerine karşı ve arkalarından -te’villi sözler bile olsa- bir şey demezlerdi. Her hâl ve hareketlerinde nezâket ve nezâhet sezilirdi. Bilhassa Hak yolcularının, ihlâslı, müstakîm, zekî, nâzik, nezih, edebli, mahviyetli, fedakâr, dirayetli, sehâvetli, merhametli, herkesle geçimli, hulâsa tam manası ile ahlâk-ı hamîde sahibi olmalarını arzu ederlerdi.
Sohbetlerinde, meclislerinde bulunanlar niyet, nasîb, kabiliyetlerine göre muhakkak ma’nen ve ruhen istifadeli olarak ayrılırlardı. Evrâdlarını ihlâs ve istikamet üzere tatbîk edenlerde adetâ gözle görülür şekilde değişiklikler ve inkişâflar olurdu.
Kibrin yerini tevazu ve vekar
İmansızlığın yerini, derin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi
Bâtılın yerini Hak
Hasedliğin yerini merhamet
Cimriliğin yerini sehâvet
Anlayışsızlığın yerini fetânet
Tenbelliğin yerini dirayet, gayret
Korkaklığın yerini cesaret
Kötü görüşün yerini müsamahalı görüş
Kabalığın yerini nezâket
Dağınıklığın yerini tertiplilik ve nezâfet
Bilgisizliğin yerini edeb, irfan
Aceleciliğin yerini itidal ve teennî, İddiacılığın yerini, yerinde uysallık, mahlûkat düşmanlığının yerini herkesi hallerine göre sevmek, alırdı.
Gene Üstaz hakkında bir şâir der ki:
O irfan diyarının tahtında hükümdardı.
Onda Ebûbekr’in (radıyallahu anh) rikkat ve hilmi vardı
Herhangi bir kimse. efkat nazarı
Artık o kutlu kişi olur bal yapan arı…
Muhterem Üstaz hazretlerinin hiçbir fert ile çekiştiklerini, münakaşa ettiklerini, gıybetini yaptıklarını, münazaraya girdiklerini gören işiten yoktu. O büyük Allah velîsinin her an kader bahsine hakkıyla vukufları olduğu için hiç bir kimse hakkında sû-i zanda bulunmazlardı. Settârü’l uyûb (ayıb örtmek) ve afvedicilik Cenâb-ı Hakk’ın ulvî sıfatları olduğu için yüksek seviyedeki velîsi olmak sebebiyle bu mühim sıfatlar kendisinde görülürdü.
Sevenlerini kat’iyyen ümitsizliğe düşürmezlerdi. Hûzûr-ı âlilerine gelenler (her ne kadar ihmalci ve hatalı halleri var ise de) büyük bir huzur ve ümit içinde yanlarından ayrılırlardı.
Sükût ve edeb ehlini çok severler, yanlarında yer ayırır, iltifatta bulunurlardı. Bir ân olsun, bir mü’minin, bir mahlûkun kalbini kırsın, gâfilâne harekette bulunsun vâkî değildi. Her hatt u hareketleri ölçülü, nizamlı, yerli yerinde idi. Hulâsa asırların yetiştirdiği istisnaî bir şahsiyetti. Seçmelerin seçmesi olan zümrede ne mevcûd ise belki, Halik teâlâ ve tekaddes hazretleri kendisine onlardan daha ziyâdesini bahsetmişti. Tam manası ile “eddebenî rabbî” sırrına ermişti.
Makam ehli idi, riyâzat ehli idi, keramet ehli idi. Muamelâtta yekta idi. Kendilerini ilk ziyaret eden kimsenin ma’neviyatta nasîbi var ise -Cenâb-ı Hakk’ın izni ile bir nazarda kemâle erdirir, bambaşka bir âleme daldırır, yani ölmeden evvel, dünyânın ve ukbânın bütün sevgi, meşgale ve isteği kalbinden alınır ve ma’rifet-i ilâhiyye sırrı tecellî ederdi. Basar gözü basîrete münkalib olup, Hakk’ı hak, bâtılı bâtıl olarak görürdü. Mizacında, ahlâk ve muamelâtında hayret edilecek inkişâflar olurdu. Hulâsa taklîdî îmânın yerini îkan-ı hakîkî alırdı.
Halbuki nice insanların şahsî, kendi gayretleri ile rehbersiz olarak birçok ibâdet, riyazet ve zühdleri olur, buna rağmen dünyâ, mal, evlâd ve sair sevgileri kalblerinden atamazlar. Hatta bilakis bu dış ibâdetleri bazılarını gurura götürür, kendi hatalarını göremeyip başkalarının ayıpları ile meşgul olurlar.
Muhterem Üstaz hazretleri hiç kimseye kızmazlar, hiç kimseden kırılmazlar, hiçbir hareketlerinden dolayı karşılık beklemezlerdi. Kendilerini seven ile yeren nazarında müsâvî idi. Yeren kimse hatâsını idrâk edip de ciddî olarak halisane samîmiyetle özür dilerse hemen afvederlerdi.
Secde yerine, önlerine bakmaları âdetleri idi. Sohbetlerini yüksek sesle yapmamalarına rağmen en uzakta oturan kimse en yakında oturan kimse gibi rahatlıkla mevzuu takib edebilirdi. Sohbetlere bir hafız efendinin okuduğu aşr-ı şerîf ile başlanır. Sâdât-ı kiram hazeratının ruhlarına birer fâtihâ-i şerîfe ile üç ihlâs-ı şerîf okunur ve daha sonra mevzua geçilirdi. Bütün konuları kitap ve defterden okumalarına veya huzurlarındaki herhangi bir şahsa okutmalarına rağmen kalb mevzuunda bizzat kendileri irticalen konuşurlardı…
لَقَدْ خَلَقَنَا الْاِنْسَانَ فِى اَحْسَهِ تَقْوِيمٍ
وَلَقَدْ كَرَّمَنَا بَنِى آدَمَ
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقَيكُمْ
âyet-i kerimelerini okuyarak, “Hak teâlâ ve tekaddes hazretlerinin insanları ahsen-i takvim üzere yarattığını “ve “benî Adem’i mükerrem kıldığım” ve “Allah indinde en mükeı rem olanların da ittika sahibi” yani Rabbü’l âlemîn hazretlerini hakkıyla bilen, hakkıyla seven ve gene emirlerini noksan yapmaktan dolayı hakkıyla korkan ve her an Azîmü’ş şân’ın emirlerini nefsinde, fiilinde hakkıyla tatbik eden yani ferâiz-i ilâhiyyeyi ifâ eden, yasaklardan tam sakınıp sünnet-i seniyyeye lâyıkı veçhile ittiba edenlerin olduklarını beyân ederlerdi.
اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً
اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًى
“Sizi abes olarak mı yarattık?”
“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” âyetlerini ilâve ederlerdi.
Halik teâlâ ve tekaddes hazretleri kulunun kendisini bilmesini, azamet-i ilâhiyyesi önünde mütevâzıane, kırık kalble, ubudiyet vazifesinin gereğinin yerine getirilmesini ister. İnsan yaratanını bildikten sonra O’nun Kur’ân-ı Kerîm’deki emirlerini yerine getirmekle vazifelidir. Kulluk vazifesinin ifâsında yalnız dıştan yani bedenî ibâdetin fcâfi gelmeyeceğine göre, iç yani gönül âlemine yönelmek yani masivadan alâkayı kesip ma’rifet-i ilâhiyye ilmine yönelmek.
Nitekim Hâce-i kâinat, eşref-i mahlûkat olan Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretleri Tebük seferinden yorgun, argın, bîtâb bir vaziyette döndüklerinde at üzerinde ashâb-ı kiram hazeratına hitaben:
– “Küçük, cihâddan büyük cihâda geldik” buyurmuşlardır.
Nefisle cihâd ibâdetlerin en şereflisi ve ehemmiyetlisidir.
Gavsu’l-a’zâm Abdülkadir Geylânî hazretleri buyurmuştur ki:
“Batınî cihâd, zahirî cihâddan daha zordur. Zira o kişinin bizzat kendisindendir, devamlıdır. Bâtınî cihâd, zahirî cihâddan nasıl zor olmasın ki, O nefsin işlemeğe alıştığı haramları bırakmak, Şerîatın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Her kim de Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin her iki cihâd hakkındaki emirlerine uyarsa onun için hem dünyâ hem de âhıret mükâfatı hasıl olur. (el-Fet-hu’r-rabbanî, Sohbet 8)
Ebûbekr Saydalanî -kuddise sirruh-:
– Ancak nefsin ölümünde hayat vardır, kalbin yaşaması nefsin ölümüne bağlıdır.
– En büyük nîmet nefsinden sıyrılıp çıkmandır. Zira seninle Allah arasında en kalın perde nefistir.
– Nefis ile nefisten çıkmak mümkün değildir. Nefisten ancak Allah ile çıkmak mümkündür. Bu ise irâdeyi Allah için sıhhatli hâle getirmekle olur, (Tezkiretü’l-evliyâ, 752) buyurmuşlardır.
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu